Tek kulaklı bir adamdı ve yakın akrabaları dışında hemen hemen hiç kimse bunu bilmiyordu. Fark edilmesin diye saçlarını uzatıp kulağının üstüne bırakırdı her zaman, olan ve olmayan kulağının. Yağmurlu bir akşam işinden çıkıp evine giderken dört yol ağzında bir ihtiyar gördü. İhtiyar titriyordu ve kaybolmuştu. Elinde bir kâğıt vardı. Yağmurda buruş buruş olmuş, mürekkebi akmış o kâğıdı, sanki hayattaki bütün varlığı oymuş gibi tutuyordu. Kâğıtta ihtiyarın adresi yazılıydı. Adam kâğıdı aldı, yolu aydınlatan elektrik direklerine doğru yürüyüp okuyabileceği bir ışık kaynağı ararken dünya birden karardı. Gözünü açtığında hastane odasındaydı. Adama bir motosiklet çarpmıştı ve bir bacağını kesmişlerdi. Henüz bundan haberi yoktu. Bacağının kesildiğini öğrendiğinde aklına gelen ilk şey, bunu nasıl saklayacağı oldu. Olmayan bir bacağı bir kulak gibi kolayca saklayamazdı. Ama yeterince düşünebilirse olmayan bir bacağı da varmış gibi gösterebilmenin bir yolunu bulabileceğini hissediyordu. Karısı hastane odasının bir köşesinde, adama, saklamaya çalıştığı bir hüzünle bakıp gülümsüyordu. Adam, düşünce akışını bozduğu için karısının bakışlarına ve zorlama gülümsemesine kızıyordu. Kendisine bakıp gülümsemeye çalışmamasını, başka bir yere bakıp ağlamaya çalışmasını söyledi.
Adam işini bırakmıştı, onun yerine bol bol okuyordu artık. Bir gün bir kitapta kendisine ilaç gibi gelen bir cümleyle karşılaştı. “İnsan eğer tek bacaklı olsaydı uçabilirdi,” diyordu o cümle. Çünkü insan tek bacaklı olsaydı kolları da ona göre şekillenip kanat biçimini alabilirdi. Adam bu teoriyi uzun uzun düşündü, sonra da rüyalarında kendisini uçarken görmeye başladı. Bir gece yine böyle bir rüyada, bir elektrik teline takıldı ve kollarının yandığını gördü. Sadece kolları akıma kapılmış, elektrik direğine asılı kalmışlardı. Adam aşağıdan ağlayarak kollarına bakıyordu. Dehşetle uyandığında, kollarının yerinde olduğunu görüp rahatladı, rüyadan kalma gözyaşlarını kollarının dışına sevinçle sildi. Ama ertesi gece çok daha acayip bir rüya gördü. Bu sefer uçmuyordu, iki bacağı da sapasağlamdı, kollarıyla bacaklarına vurup yollarda manasızca yürüyerek bunun tadını çıkarıyordu. Ama birden kollarının bedeninden ayrılıp başka bir yöne gittiklerini gördü. Güneşli ve kalabalık sokaklarda kollarının peşinden koştu ama onları yakalayamadı.
Dehşetle uyandığında hiç uyanmamayı tercih ederdi. Yerlerinde olup olmadıklarını kontrol etmek için bir koluyla diğer kolunu yoklamak istedi ama yapamadı. Çünkü kolları yerinde yoktu. Mutfakta kahvaltı hazırlayan karısına, “Kollarımı gördün mü?” diye bağırdı. Aspiratör çalıştığından adamı tam olarak duyamayan karısı, “Nerede çıkardıysan oradadır,” dedi. Kocasının yine çorabının tekini kaybettiğini düşünüyordu. Zaten çorapları tekti kocasının, diğer tekin anlamı yoktu yıllardır. Karısı, çorap tekini kaybeden tek bacaklı bir adamın, iki teki birden kaybeden iki bacaklı bir adam nispetinde pasaklı olduğunu düşünüp sinirlenirdi bu duruma. Ama yatak odasına girip de kocasını öyle görünce dehşete kapıldı. Bütün evi aradılar ama adamın kollarını bulamadılar.
Adam, kollarının çalındığını iddia ediyor, “Polisi arayalım,” diyordu. Karısı bu fikre ihtiyatla yaklaştı ilk önce ama adamın ısrarlarına dayanamayıp 155’i aradı ve cep telefonunu onun tek kulağına yasladı. Adam, rüyasında kollarının çalındığını polise söyleyemedi, onun yerine, “Bir hırsızlık vakası var,” dedi sadece. Polis, ne çalındığını sorunca bir şey diyemedi, yutkundu. Karısına, gözleriyle, telefonu kendisinden uzaklaştırıp kapatmasını işaret etti. Karısı bütün evi silip süpürdü, sonra da akşamüstü adamı terk etti. “Seninle bambaşka hayaller için evlenmiştim,” dedi giderken. “Delirmek için değil. Lütfen beni anla.” Adam gözleriyle anladığını işaret etti.
Ertesi gün kapıcının yardımıyla hastaneye gitti ama anlattığı hikâyeye psikiyatri kliniğindeki doktorun dışında hiç kimse ilgi göstermedi. Doktorla uzun uzun konuştular. Evet, adam çok üzgündü, evet, adam depresyondaydı ama kolları kendisinden çalındığı için öyleydi. Doktorun iddia ettiği gibi, ruhunun derinliklerinde olan bir huzursuzluk değildi bu. Çok daha yüzeyde, çok daha fiziksel bir şeydi. Saatlerce, hatta günlerce konuşmasına rağmen doktoru buna ikna edemedi, doktor da adamı aksine ikna edemedi. Şizofreni kliniğiyle evde yaşamak arasında bir tercih yapmak zorundaydı artık. Hikâyesini ısrarla savunmayı sürdürürse şizofreni kliniğinde yaşamak zorunda kalacağını anlayınca doktorla uzlaşmayı seçti. Hatırlamadığı ya da hatırlamak istemediği bir kaza sonucunda kollarını kaybettiğini kabul edip evine döndü.
Sabahları, öğlenleri, akşamları ve geceleri pencerenin önünde oturup hüzünle karşı apartmana baktı. Hiç kimse o apartmana o kadar çok ve o kadar hüzünle bakmamıştı daha önce. Bu arada o apartmanda oturan öğrenci kızlardan birine âşık oldu. Kız da adama âşık oldu, çünkü eksilen her şeye ilgi duyuyordu. Ayrıca düşünceli bir kızdı, adamın bütün bakımını üstlenmişti. Adam dehşetli rüyalardan ağlayarak uyandığında o da hemen uyanıyor, adamın gözyaşlarını siliyordu.
Tam olarak yaşama sevinci denemese de, adam eski canlılığından bir parçaya kavuşmuştu o kız sayesinde. Ama bir gün sevişirlerken adamın penisi kızın ağzında kaldı. Kız, bunu ilk başta anlayamadı. O dehşetle bağırana kadar adam da anlayamadı. Adamın penisini bir buz kovasına koyup hastaneye gittiler. Doktorlar penisi yerine diktiler ama bir hafta sonra kendiliğinden düştü. Tekrar diktiler tekrar düştü. İki ameliyat arasında kaptığı enfeksiyon nedeniyle adamın diğer bacağını da kesmek zorunda kaldılar bu arada. Böylece adam sadece baş ve gövde olarak kaldı.
Adam yoğun bakımdan çıktığında kız, onu dudaklarından öptü ve terk etti. “Yok olan her şeye ilgi duyuyorum ama bu kadarı da fazla,” dedi giderken. “Lütfen beni anla.” Adam gözleriyle anladığını işaret etti.
İki hastabakıcı üç günde bir adamı yıkayıp tıraş ediyorlardı. Bir gün bu tıraş esnasında diğer hastabakıcıyla muhabbete dalan hastabakıcı, usturayla adamın kulağına vurdu ve böylece adamın tek kulağı da elinde kaldı. Doktoru çağırdılar, “O kadar güçlü vurmamıştım usturayı, böyle bir şey olamaz, sadece küçük bir kesik olması gerekirdi,” diye savundu kendini hastabakıcı. Kulağı yerine diktiler ama bir hafta sonra kendiliğinden o da düştü.
Adam çok sıkılmıştı hastanede. Kendisini bir sürü parçası kaybolmuş bir yapboz gibi hissediyordu. Bir akrabasını arayıp köyüne gitmek istediğini söyledi. Biraz daha kaybolmadan önce, kalan son varlığı ve enerjisiyle köyünü görmek istiyordu. Akrabası, onu köyüne götürdü. Adamın doksan altı yaşındaki annesi pencerenin önünde hüzünle oturuyordu, adama baktı, yanaklarından öptü ve, “Hiç değişmemişsin,” dedi.
Ertesi sene annesi öldü. Adam, evlerinin penceresinden, geçip giden günlere hüzünle bakmaya devam etti. Bir gün o kadar hüzünle bakıp boynunu öyle bir büktü ki başı gövdesinden ayrılıp açık pencereden evin önüne düştü, evin önündeki eğimde yuvarlandı yuvarlandı ve top oynayan çocukların ortasında durdu. İlkbahar yağmurlarıyla çamurlanmış yerlerde yuvarlanmaktan siyah beyaz bir meşin topa dönmüştü adamın kafası. Çocuklar da onu top zannettiler zaten. Rüzgârda doğru düzgün gitmeyen plastik topu bir kenara bırakıp adamla oynamaya başladılar. Ama akşama doğru çocuğun biri adama öyle bir abandı ki adam bir hurma ağacının dalları arasına sıkıştı. Bu ağaç, beş sene önce ölmüş, Uğursuz Osman denen birinin bahçesindeydi ve çocuklar o bahçeye girmeye çekindikleri için orada kaldı adam.
Adam artık acıkmıyor ve susamıyordu, canı da yanmıyordu. Pencere önünde kalan kalbini özlüyordu bazen, ama sadece düşünceleriyle özlediği için, bu özlemi kalbinde hissedemediği için katlanabiliyordu bu ayrılığa. “Kalbim de beni özlüyor mudur acaba?” diye düşünüyordu bazen de.
Hurma ağacına dadanan kargalar adamın gözlerini, burnunu, dudaklarını ve yüzünde kalan diğer et parçalarını da yediler bu arada. Dünyayı görmek için rüyalarından başka bir yol yoktu artık. Bir süre sonra da rüyalarla gerçekleri birbirine karıştırmaya başladı. Sadece uyurken dünyayı gördüğünü, uyanıkken bir kör olduğunu düşünüyordu. Bir gün yine böyle, gerçekten daha gerçek gözüken bir rüyada, babasını gördü. Babası elindeki asayla uzun bir yoldan geliyordu. “Nasılsın iyi misin?” diye sordu oğluna.
“İyiyim babacım,” dedi adam. “Yalnız göz boşluğumda günlerdir süren bir kaşıntı var. Hayali bir kaşıntı olabilir ama gerçek bir kaşıntıdan daha beter.” Babasından orayı kaşımasını istedi. Ama babası oğlunun göz boşluğunu kaşımadı.
“Neden?” diye sordu adam.
“Çünkü öldüm,” dedi babası.
Bunun üzerine “Hayır, ölmüş olamazsın,” dedi adam. “Uzun bir yoldan, ölmek için buraya gelmiş olabilirsin ama ölmüş olamazsın. Benimle konuşurken bir ölü olamazsın.”
“Hayır,” dedi babası gitmeden önce. “Ben öldüm oğlum. Önce öldüm, sonra da buraya geldim. Lütfen beni anla.”
Adam, asasından aldığı güçle ağır ağır uzaklaşmakta olan babasının ardından, olmayan gözleriyle, anlıyormuş gibi bakmaya çalıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder