24 Kasım 2015 Salı

Madde:1. narkoz edebiyatı

İki türlü edebiyat var, bir narkoz edebiyatı bir de adamı yakadan tutup silkeleyen edebiyat. İkincisinin tanımı yok, kanıtları var. Narkoz edebiyatınınsa belli başlı temaları var, misal, mühim olan insanın içine yaptığı yolculuktur, herkes kendi yolunu kendi bulur. 500 lira asgari ücretle çalışıyorsan kendi yolunu nah bulursun! Güzel bir aşk yaşayın, aşk sizi kurtarır. Bu düsturla yola çıkıp dayak yemiş çok adam tanıyorum.

Madde:2. çok güzelsin ama bana ne faydan var

Haberler doğru olsaydı onları güzel kadınlara sundurmak zorunda kalmazlardı. Televizyon yalanın kalesidir. O yüzden devlet tekelindeydi zaten. İlk özel televizyonun Cem Uzan tarafından açılmış olması da manidar bu açıdan.

Madde:3. madame bovary sensin

İffetimizi tesadüfen koruyor olmamız iffetli olduğumuz anlamına gelmez. Flaubert, Madame Bovary’i bu yüzden yazdı. Emma kocasından sıkıldı diye hemen bir çapkının kollarına atmadı onu. Yonwille’de noter katibi Leon’la tanıştırdı önce ve aralarında platonik bir hadise cereyan etti. Leon kasabadan ayrılmak mecburiyetini hissedene kadar böyle sürdü bu. Ancak ondan sonra Rodolphe çapkını çıktı sahneye. Bu hikâyede Leon’un işlevi ne? Okura, Emma’yı yargılamadan önce kendi iffetinin de pamuk ipliğine bağlı olduğunu hatırlatmak. Flaubert’in, “Madame Bovary benim,” demesi bundan. Biraz da Madame Bovary sizsiniz demek istemesinden. İffetine mikroskopla bakan orada baştan çıkmaya hazır birini görür.

Madde:4. tutarlı şahsiyetsiz

Tutarlılığı, şahsiyetsizliği kamufle aracı haline getirmemek lazım.

Madde:5. manevi yükseliş

Maddi bir kayıp olmadan manevi bir yükselişin imkânı yok. Yoga kurslarının aylık ücretlerine bakın en basitinden.

Madde:6. iyi yazar veli yarısıdır

Bir öğretmen arkadaşım var, okullarını depreme dayanıklı hale getirmek için yıkıp yeniden yapacaklarmış. Öğrenciler müdürün kapısına dayanmış, “Biz yıkalım hocam!” diye. İşte okul sevgisi. Okul böyle bir yer, orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik. Milli eğitim bakanı olsam, bütün iyi yazarları müfredattan çıkarırdım. Edebiyat hocası kazma olduktan sonra ders kitabına Sait Faik koymanın anlamı yok. İyi yazar veli yarısıdır zaten. Bir hadise olmadıktan sonra okula gelmesine gerek yoktur.

Madde:7. üç çocuklu anne

Üç çocuklu bir anneyle bir sıkıyönetim komutanı arasında ne fark var.

Madde:8. yazarları ciddiye almayın

Şunu çok sık duydum. Falanca yazarı çok seviyordum, ama son yaptıklarından sonra onu bir daha okumayı düşünmüyorum. Demek ki Dostoyevski’nin zamanında yaşasaydın, kumarbaz diye onu da okumayacaktın. Yazarların özel hayatını unutmak lazım. Yazarların söylediklerini fazla ciddiye almamak lazım. Edebiyat tarihi şahane şeyler yazmış berbat adamlarla dolu.

Madde:9. film şeridi

Cenaze, hayatın post-prodüksiyonudur.

Madde:10. mallaşma eğrisi

Bu düzen hepimizi mallaştırmaya çalışıyor. Kelimenin iki anlamıyla da yapmaya çalışıyor bunu, hem metalaştırmaya çalışıyor hem de aptallaştırmaya. Bir fırça darbesiyle yeteneklerimizi köleliğe çevirebilirler.

Madde:11. telif hakları

Kitaplardan aldığım telif onları yazarken içtiğim sigara parasını karşılamıyor. Sigarayı azaltmam gerek.

Madde:12. fikir zikir

Bir adamın başından geçenleri anlatamıyorsan zihninden geçenleri de anlatamazsın.

Madde:13. allah’ın unuttuğu bir ülkede yaşıyoruz

Hz. Ebubekir İslâm’ı kabul ettiğinde zengindi, bütün malını dağıttı, öldüğünde tek kuruş miras bırakmadı. Hz. Ömer, Mekke’nin on önemli adamından biriydi, sefirdi, başka şehirlerle görüşme olduğunda onu gönderirlerdi, şimdiki dışişleri bakanlığına denk gelen bir mevki. Bu mevkii bıraktı, hicret etti. İlk Müslümanların hepsi mallarını mülklerini bıraktılar, hısımlarını akrabalarını bıraktılar, her şeylerini bıraktılar Medine’ye hicret ettiler. Şimdikiler Harun geldiler Karun oldular. Kayıkları yoktu gemicik sahibi oldular. Arabanın bagajından gofret dağıtmakla bitmiyor iş. Kuran’daki en ağır sözler statükoyu korumaya çalışan din adamlarına söylenen sözler. Statükoyu koruyanlar kim, Ebu Cehil, Ebu Süfyan. Bugün Türkiye’de statükoyu koruyanlar kim! Hz. Ebubekir köleleri azat ederdi, şimdi kölelik yasalarını çıkaranlar kim. Bir parça içtihat yetenekleri olsa, bir parça kıyas yapabilseler uykuları kaçar. AKP’yi soldan eleştirmek işin bir yönü. Ama bir de bizim bakanlar kurulunu ilk Müslümanlarla mukayese etmek lazım. 15 milyon kişi AKP’ye oy verdi. Bir parça Müslüman olan adamın uykusu kaçar bu zulümde.

Madde:14. yüksekte zaman

Bir gökdelenin tepesinde yüz yıl durursan, saatin gökdelenin en alt katındaki birinin saatine oranla saniyenin elli milyonda biri kadar ileride oluyormuş. Yerçekimi azaldığı için yüksekte zaman daha hızlı geçiyor çünkü. Bu teknikten yaralanıp zaman makinesi yapmaya çalışanlar var.

Madde:15. kâbus

Herkes kendi kâbusunu görür. Bir kâbusu kâbus yapan ondaki aktarılamayan noktalardır. Başkasına anlattığın şey kâbus değildir artık.

Madde:16. karambolun adaleti

Karambol adildir çünkü top herkesin önüne düşebilir.

Madde:17. üç şart

Sıkılırken göbek atma. Küllükleri asla sulama. Saçlarını ensesinde toplamış bir kadının sırt fermuarını çekmeden önce biraz düşün.

Madde:18. sen gittin ve herkes ölmeye başladı

önce saniye teyze öldü sonra dedem sonra babaannem sonra yengem sonra eniştem. sonra eniştemin ölüm haberini bana veren bakkalı bıçakladılar eniştemin yedisinin okunduğu akşam. sonra sedat amca öldü sonra babam sonra öbür dedem bir de büyük deprem. otuzuma basmadan otuz tabut kaldırdım musalladan. babamdan öncekileri babamla beraber kaldırdık. ama ilk ölen hep babammış gibi geldi bana yıllarca. sanki oydu bu ahret furyasını başlatan. öyle değilmiş yeni anladım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

zaten kim tam anlamıyla sağ kaldığını iddia edebilir ki bu kadar mevtanın ardından kim biraz zombileşmek istemez. daha kırılgan daha dikenli ve daha fukuyamacı olmaz. dedem ziraat mühendisiydi ama pek çok doktordan daha ilginç tıbbi hatıraları oldu.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

yalnızlıktan kudurmuş bir çocuğun arabaların kaportasını anahtarla çizmesi gibi ruhumun kemirilişi de hep sinsiceydi. buna rağmen ansızın berraklaştığı oluyor bulanık günlerin hâlâ soğuk biralar oluyor güzel kızlar oluyor. yağmurdan sonra saçlarını havluyla kurulaman gibi olmuyor tabii o kalibrede sevda görmedim. öptüm ama içime çekmedim.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

şimdi dilediğim sayfadan başlayabileceğim bir kitap öner bana. başsız sonsuz ve ortasız bir hikâye öner. bir üstat öner dergi kurmuş olmasın. ne çok utandık mazideki yaralardan her adımda ele geçirilme korkusundan. ismet özel mi metin altıok mu yoksa hiç mi ortak arkadaşımız kalmadı.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

elinden bir şey gelmemenin acısını iniş takımları olmayan melekler bilir. bir arabanın farlarına kilitlenip kalmış sincaplar bilir. suyun dibine ağır ağır çöken taşlar bilir. matkapla göğsünün ortasına açılmış bir pencere düşün. perdeyi aralayıp kendi yarandan bakıyorsun dünyaya. eskisi gibi acımıyor ve de asıl bu acıtıyor.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

love story tadında başlayan bir filmi potemkin zırhlısına çevirmeye ne hakkın var. çok şükür yaşıyoruz çok şükür yazıyoruz diyorum ama niye anlatıyorum bunları. belleğin unutuşa karşı mücadelesi mi sadece. ne münasebet bu benim senkronize yalnızlığım.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

birleşince kısa devre yapan parmak uçlarımız öldü önce. sonra yeşil öldü benim için sonra kahverengi. sonra ilk öpüştüğümüz yeri kalbinden bıçakladılar. on iki yıl geçti susmak ne kısaymış. sen böyle ne güzel sonsuza kadar susalım diyorsun. sonsuzluk bir gün herkesle konuşur sevgilim bunu da biliyorsun.

sen gittin ve herkes ölmeye başladı

Madde:19. haysiyet sınavı

-Hocam sınav nereden nereye kadar?
-1915’ten Hrant’ın vurulduğu yere kadar.

Madde:20. zamanın memleketi

İnsan bir yerde doğdu mu oralı olmuyor, o zamanlı oluyor daha çok. Memleketi o zaman oluyor. Doğduğumuz büyüdüğümüz şehirdeki bütün değişimleri hüzünle kaydetmemizin nedeni bu. Hüzünlenmek için illa somut bir yıkıma da gerek yok. “Eskiden bu okulun kapısı paslıydı ne güzel,” diye üzüldüğüm de oldu. Konu doğduğumuz yerin mazisi olunca asla vazgeçemeyeceğimiz takıntılar var çünkü. Renkler var, sesler var, kokular var, binlerce ıvır zıvır var. Sonsuza kadar yitirilmiş anlar var. İnsan zamanını durdurmak istediği yere aittir.

Madde:21. sherwood’dan dönen şuursuz

Şuursuzu Sherwood Ormanı’na göndermişler Robin Hood’un elini kesmiş gelmiş.

Madde:22. sen kendine ne yaptın böyle

Raskolnikov kendine fısıldıyor, “Tanrı yoksa her şey mubahtır. Hiçbir şeyden sorumlu değilim. Ama her şeyden sorumluyum da bu durumda. Şu tefeci koca karıyı ortadan kaldırsam, paraları cebe atsam. Tanrı yoksa kim ne diyebilir? Kendi dünyamı kurmak zorundayım.” Balta iniyor. Tefeci kadınla özdeşim kurduğumuz tek satır yok. Bir de arada gümbürtüye giden masum Lizaveta var. Hadi tefeci kadını kötü kalpli diye unuttuk. En ücra karakterlerine bile ruhsal derinlik katan Dostoyevski, Lizaveta’yı niye derinleştirmiyor? Bu iyi kalpli kıza niye replikli figüran gibi davranıyor? Raskolnikov, Sonya’ya suçunu itiraf ettiğinde anlıyoruz niye öyle yaptığını. Çünkü Sonya cinayet itirafını duyunca, “Sen o insanlara ne yaptın böyle?” demiyor. “Sen kendine ne yaptın böyle?” diyor. Raskolnikov ne yaptıysa kendine yapmıştır. Kurduğu dünyanın azabını çekmektedir. Bu vurguyu arttırmak için Lizaveta’nın acısı görünmez romanda. Lizaveta’nın ölümü hukukun konusudur, Dostoyevski ise bize daha yüksek bir hukuktan bahseder. Suçun cezasından kaçabilirsin ama vicdanın azabından kaçamazsın diyen bir hukuktan.

Madde:23. ne freud ne lacan

Hayatımızın ilk yıllarını unutmamızın asıl nedeni o yılların utanç verici olmasından.

Madde:24. bir körü yumruklamak

Gören bir adamı herkes yumruklayabilir. Esas cesaret bir körü yumruklayabilmekte. Bir kör yumruk yediğinde bunu karanlığın içinden gelen bir mesaj olarak algılar çünkü, kader gibi, gerçek hayatın gerçek sillesi gibi. Kimin için yazıyoruz? Şuuru körleşmişler için. Şuurlardaki kör bölgeler için.

Madde:25. jargonmonoksit

Bazen kiminle konuşsam bilmediğim bir konunun uzmanıyla konuşuyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum. Fıkrayı anlamadığı halde gülmeye çalışan biri gibi, otuz yıldır yaşadığı dünyaya sanki dün gelmiş gibi. Böyle anlarda nefes almakta güçlük çekiyorum.

Madde:26. spartakist yaklaşım

BBC belgeselinde seyretmiştim. Spartaküs son savaştan önce ordusunu topluyor, “Bugüne kadar sahiplerimiz için yaşadık, yarın kendimiz için öleceğiz,” diyor. Bugün yaşasaydı şöyle derdi sanırım, “Bugüne kadar hep başkalarının yaptığı yanlışları yaptık, şimdi biraz da başkalarının yaptığı doğruları yapalım.”

Madde:27. kundakladığınız yerlere biraz dikkat edin

İskenderiye Kütüphanesi yakılmasaydı bugün üniversite eğitimi on yıl olurdu.

Madde:28. biyoloji hocasına elektronik posta girişimi

Omurgasız canlıların bile bir kalbi var hocam, siz daha iyi bilirsiniz. Yumuşakçaların kalbi sırtlarındadır örneğin. Kafadanbacaklıların solungaç biçiminde kalpleri vardır. Bir tek derisidikenlilerde kalp yoktur. Sizi her zaman sevecek olan, homo sapiens 115 Nurettin.

Madde:29. ühü ühü ühü

Fiziksel acıları (sobayı elleme merakı gibi) bir yana bırakırsak çocuklukta çektiğimiz acıların iki kaynağı var. İlki, başkası olma isteği. İkincisi, gerçekten başka biri olduğunu hissetmeye başladığın anlar. Önce bu kırılma eşiğini geçiyorsun. Sonra birkaç level daha atlıyorsun sanırım. Artık acıları maddi ve manevi olarak ikiye ayırmak yerine şiddet derecesine göre tasnif etmeye başlıyorsun. Örneğin ben bu son cümleyi omzum çıktıktan sonra tek elle yazdım.

Madde:30. acele tepki servisi

Sen gülünce ben de hemen gülüyorum. Sen ağlayınca ben de hemen bir sigara yakıyorum. Sen pazara çıkınca ben de en azından balkona çıkıyorum. Sen bir şey sorunca biraz düşünüp cevap veriyorum ama çoğu zaman yine yanlış oluyor, kimi zamansa susarak boş bırakıyorum o soruyu. Sen tartışmak isteyince bildiğim her şeyi unutuyorum. Sen unuttun mu deyince zaten bildiğim bir şeyi tekrar hatırlıyorum. Senin varlığın bana yapılmış enteresan bir şaka sanki. Aslında ben hâlâ bu şakaya nasıl karşılık vermem gerektiğini arıyorum.

Madde:31. doğum günümde salinger öldü

Pastayı kestik ama fotoğraf çektirmedik.

Madde:32. kıpırdama yazıyorum

Bir piyanonun önündesin o piyanodan daha güzelsin. sonra zorla götürmüşlerdi fidan dikiyoruz. okul aile birliği hatıra ormanı. tek ağaç boy vermedi orada. zıvanadan çıkmış bu iki kurumun birlikteliğine de ancak böyle bir hatıra yakışırdı. sonra veda balosunda çenemi omzuna yaslamışım. bu veda balolarında tuhaf şeyler oluyor. herkesi birbirine bağlayıp her şeyi kördüğüm etmek isteyen doğaüstü güçlere geliyor sanki sahne sırası. sonra güneş vuran balkonda kahvaltı sofrası. bir elinde kızarmış ekmek diğerinde küçük çaya yirmi şeker atma arzusu. sonra aynı arzuyla iskelenin ucunda kollarını iki yana açmışsın. sütliman denizde tsunamiye hazırsın. sonra yeni yıla girerken yanaklarımızı birbirine yaslamışız. lunaparkta annesini kaybetmiş siyam ikizleri gibi. bir kahkahaya yapışmış iki deli. gözler bile kırmızı çıkmış. sonra ortak bir arkadaşın düğününde orkestranın tam önünde dans ederken sarılmışız. arka planda sıkıntıdan koşan bir çocuk var. işte o çocuk birazdan gelip bize çarpacak. sonra dostlarla bir masada herkes kadeh kaldırmış biz öyle bakışıyoruz. herhalde bu pozu da sonradan bakıp içeriz diye verdik. sonra yoldan geçen mısırcıya rica etmiştik o çekmişti. gün batıyordu neden diye sormuştun. ellerini tuttuysam uçuruma düşmemek içindi. güneşte ıslık çalan çocuklar içindi. aslında tek kişi sayılmaz mı karanlıkta iki kişi. kaybolan olursa elma diye bağırsın. ne çok şey konuşmuştuk orada ama yine sessiz çıkmışız. sonra albümü kapatıyorum zihnimde bambaşka bir fotoğraf. sanki hepsinin karıştığı bir an. onu da yazabilirdim ah böyle kıpırdayıp durmasan.

Madde:33. karanlıkta nüfus sayımı

Babamın öldüğü gün birine âşık olmuştum. Bazen böyle olur, her şey üst üste gelir. Metrodaydım, boş yerler vardı ama en köşede ayakta duruyordum. Onu düşünüyordum, romantik şeyler değil, bir buluşma ayarlayabilmek gibi pratik şeyler ve kaç istasyon sonra inmem gerektiğini de düşünüyordum diğer yandan. Yirmi bir yaşındaydım o zaman, ama çarklar hep döner, her yaşta döner. Büyük bir kentteysen bir sürü gereksiz şey bilmen lazım yoksa kendini salak gibi hissedersin. Sonuçta inmem gereken istasyonda indim. Eve gittim. Herkesin yüzünde aynı ifade. Ölüm haberi vermek zorunda kalanların yaşamaktan duydukları tatlı utanç. Bunlar çehrelere asılı açık kanıtlardır. İlk insanlardan bu yana incele incele bu hale gelmişlerdir. Bir gün öyle bir dil gelişecek ki tek laf etmeye gerek kalmayacak. Herkesin yüzünden anlaşılacak ne demek istediği. Neden diye sordum, ölüm sebebi yani. Söylediler. Gerçek yaşama sevincini görmek istiyorsanız mezarlıklara gidin, orada gezen insanların yüzlerine bakın.

İhtiyar gassali hatırlıyorum babamı yıkadığı mermerin önünde. Beyaz sakallıydı. Ama rüyalara giren aksakallı dedeler gibi değil, Hemingway gibi. İşini seviyordu ve çok konuşuyordu. Bu tarz işleri yapan adamların fazla konuşmaması gerekir. Ama o bunu takmıyordu. Bir sürü şey sordu. Cevap vermedim. Cevap alamadığı her sorudan sonra ayrı ayrı şaşırıyordu. Büyük bir samimiyetle şaşırıyordu. Konuşulmaması gereken yerler vardır. Çocuklara ve ihtiyarlara anlatamazsın bunu. Hepsi doğal anarşist.

Cenaze günü çok soğuktu. Sonra hep uyumak istedim. Doğal sakinleştirici. Sevdiğiniz biri öldükten sonra yaşama tekrar devam etmek bisiklet kullanmayı öğrenmeye benziyor. Ama yokuş aşağı giden bir bisiklet oluyor bu. Dengeyi sağlamanın tuhaf coşkusundan bahsetmiyorum burada ya da sadece bundan bahsetmiyorum. Kafayı gözü yarmak üzere olmanın korkusundan da bahsediyorum. Ne demek istediğimi sahiden anlıyor musunuz?

Sonra zaman geçti. Zaman hiçbir şeyi düzeltmez. Daha beter de etmez. Zamandan bağımsız şeyler bunlar. Karanlıkta uzanıp bir sigara daha yakmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden. Babam öldüğü için değil. Âşık olduğum için değil. 21 yaşında olduğum için değil. Öyle olması gerektiği için.

Sonra biraz içtim ve telefona sarıldım. Bu adil bir şey değil. İki taraf için de. İnsanlar sizin alkollü olduğunuzu anlar ama bellekleri bunu böyle kaydetmez. Çünkü gelen sadece sestir. O sesin üstüne en ayık halinizi yerleştirir bellek. Bellek böyle namussuz bir orospu çocuğudur işte. Sizi üçkâğıda getirmek için elinden gelen her şeyi yapar. Hepimiz yanlış hatıralara sahibiz. Öyle yaşanmadı onlar. Hatıralarını yazan ihtiyarları düşünün, kitabı bitirdikleri zaman öleceklerini bilirler, o yüzden bitiremezler bir türlü, yaşamak için sallamayı sürdürmeleri gerekir.

Onu aradım ve seni seviyorum dedim. Çarklar durdu, yargılama bitti. Hayatımda ilk kez çekip gitmek istemiyorum. Şimdi bile utanıyorum söylediklerimden. Herkesin kalbinin çizildiği bir yer var. Orada görünmez bir duvara çarpıyorsun. Daha öteye gidemiyorsun. Bütün dünyan o çakıldığın yerden uzanabildiğin yere kadar oluyor artık. Benim çakıldığım yer de o günlerde bir yerde işte. Ama tam nerede bilemiyorum. Hiçbir zaman da bilemeyeceğim bunu. Orası beni daha iyi bilecek.

Sonra konuşalım dedi. Sonra konuştuk. Hastanenin karşısındaki otoparkta. Otoparkın bir köşesini oto yıkamacıya çevirmişlerdi diğer köşesini çay bahçesine. Çok amaçlı grotesk bir yer. Ne konuştuğumuzu yazmayacağım. O kadar da değil. Çünkü bunlar özel şeyler. Zaten ben hayatımı anlatmak istemiyorum ki. Yaşadıklarımı düşünerek oradan bir sonuca varmak istiyorum sadece. Sanırım demode bir yazarım. Genellemeleri seviyorum ve noktayı koyduktan sonra ardımda iyi kötü bir anlam bırakmak istiyorum. Artık bunun bir anlamı kalmadığını düşünsem bile böyle yapıyorum. Lanet olsun, öyle alıştım çünkü, nasıl başlarsa öyle gider.

Sonra yine zaman geçti. Zaman geçmesi önemli değildir. Sanırım bundan bahsetmiştik. “O zamanlar bir şeyleri reddetmeye ihtiyacım vardı ve sen tam bunun üstüne geldin,” dedi. “O kadar iyiydin ki o zaman. Annem sanki bu yüzden yedi ay daha yaşadı. Ne demek istediğimi sahiden anlıyor musun?” Anlıyordum. İki karışlık mesafede, birbirimizi göremeden uzanmıştık. Kaç kişi olduğumuzu bilemeden uzanmıştık o karanlıkta, yanımızdaki ölülerle beraber uzanmıştık. Karanlıkta nüfus sayımı şöyle yapılır. Yaşayanlar bir sigara yakar.

23 Kasım 2015 Pazartesi

Madde:34. okulunu bitir askere git işe gir evlen çocuk yap

Bir arkadaşım var, evlendikten sonra işe girdi, askerden döndükten sonra da okulunu bitirdi. Geçen akşam görüştük, baba olmak istiyordu ama bunun için doğru zaman olup olmadığından emin değildi. Dostum dedim, senin bu işleyişiyle alakalı bir sorunun yok galiba, senin sorunun sıralamayla. Kafana takılan sorunları kronolojiyi bozarak çözmeye çalıştın bugüne kadar ama bir yerde yanlış yaptın. Çocuğu en başta yapacaktın. Çünkü senin programında da esas programda da çocuk son nokta. “Haklısın galiba,” dedi. Bir bira daha söyledik, üçüncü biradan sonra beşinciyi değil de dördüncüyü içecek olmanın verdiği o garip hüzünle.

Madde:35. onca mutluluk varken

20. yüzyılda yazılmış en iyi roman, Onca Yoksulluk Varken. (Bu meseleye bilahare dönmek lazım.) Orada Momo diyor ki, “Mutluluk yokluğuyla bilinen bir merettir.” Aynen öyle ve ayrıca: İçinde bencillik olmayan hiçbir mutluluk da yok. Kimse kimseyi mutlu edemez. Mutluluk sadece gasp edilebilir bir şey. Hayatın boyunca mutlu olduğun anları toplasan, on beş yirmi dakikadan sonrası haksız kazanç gibi gelir.

Madde:36. insanız affet

Kazancakis’in Zorba’sının en sevdiğim cümlesi, “İnsanız affet.” Madam Ortans ölüm döşeğindeyken Girit’in ileri gelenlerinden biri geliyor, “Bugüne kadar senin hakkında ileri geri konuştuysam kusura bakma, insanız affet,” diyor. Ölüm döşeğindeki ihtiyar bir fahişeye söylüyor bunu. Onun affetmesi mühim çünkü. Tanrı zaten affeder, konsepti bu, bağışlayıcı olmak. Ama en güçsüz olanın konsepti bu değil, onun elinde tek silah var, affetmemek.

Madde:37. saplantı

İnsanların benim hakkımdaki düşüncelerine hep çok önem verdim. Her kişiliği bir saplantı şekillendirir. Benimkini şekillendiren de bu oldu sanırım.

Madde:38. evlilik teklif ederken dikkat edilmesi gereken hususlar

Çocukken bir arkadaşım vardı sadece ön dişlerini fırçalardı. Arka taraftaki dişler nasılsa fazla gözükmüyor diye. O zamanlar garip geliyordu bu davranışı ama neden öyle yaptığını şimdi anlıyorum. Çürümeyi kimsenin taktığı yok aslında, çürümekten zevk alıyoruz. Yeter ki o çürükler görünür bir yerde olmasın. Bize bir şey öğretebilecek tek hoca var, utanç. Yirmi küsur yıl okuduk, yüzlerce hoca gördük, hangileri aklımızda kaldı, bizi en çok utandıranlar. Bütün sınıfın önünde yüzün kızardığında aldığın dersi en süper okulları bitirdiğinde alamazsın. Sınıfın en tembeli bile olsan orada idrak edilmesi güç bir sırra vakıf oluyorsun çünkü. Esaslı bir bok yediğinde, çürükler ortaya çıktığında yani, bütün toplumun sana karşı nasıl tek yumruk olduğunu orada öğreniyorsun. Toplum derken anne baba da dâhil buna. En sevilen haber ne, çocuğunu kolundan tutup polise teslim eden baba. Yahut çocuğunu polisin elinden alıp dövmeye devam eden anne. Gazetecilerin kafası genelde az çalışır. Çok fazla bilgi akışı var çünkü; motor hararet yapıyor, sentez yeteneklerini kaybediyorlar. Ama bu mesleki deformasyona rağmen bütün basın mensuplarının çözdüğü bir sır var. En sahici hikâyenin en çürük hikâye olduğu sırrı. Çocuğunu polise teslim eden ana baba haberinin neden rağbet gördüğünü çok iyi biliyorlar. Karısını polise teslim eden koca haberi böyle rağbet görmez ama. Kocasını ele veren kadın haberi de. Hırsızın karısıdır artık o yahut katilin kocasıdır. Doğal suç ortağıdır. O ittifakı hiçbir ihanet bozamaz, hiçbir devlet bozamaz. Çünkü evliliğin temel prensibi bu, yardım ve yataklık etmek. Belki de insanlar topluma karışmak için değil, topluma karşı iki kişilik bir savunma hattı kurmak için evleniyorlardır. Belki de çürümeyi paylaşmak için. Kim bilir. Bir seferinde evlilik teklif etmiştim. Evet ya da hayır gibi rutin bir cevap bekliyordum ama başka bir soruyla karşılaşmıştım. Neden? Beraber çürümek yalnız çürümekten iyidir. Bunun içindi. Bunu söyledikten sonra kabul ettirmesi zor tabii.

Madde:39. şimdiki aklım olsa paradoksu

Şimdiki aklım olsa öyle yapmazdım. Öyle yapmasaydım da şimdiki aklım olmazdı.

Madde:40. adalet sağlandığında can sıkıntısı başlar

Red Kit’in her maceranın sonunda atına atlayıp ufka doğru uzaklaşması bundan. Che’nin devrimden sonra Küba’dan ayrılması da. Modern anlamda (eşitlik/özgürlük/kardeşlik) adaleti ilk sağlayanlar Fransızlar. Fransa’nın en büyük ihraç malı can sıkıntısıdır.

Madde:41. özgürlük

Kendimizi özgür zannediyoruz oysaki sadece ipimizi biraz uzun bırakmışlar. Sınırlara gelince fark ediliyor bu. Dışarı çıkmak isterken kendini cama vurup duran yarı delirmiş karasinekler gibiyken. Sadece geceleri, yapayalnız ve yalınayakken anlaşılabilecek şeyler var.

Madde:42. vertigoyu düz ovada avlarlar

Nietzsche’yi böyle avladılar. Nasıl okunduğunu görseydi hiç yazmamış olmayı tercih ederdi

Madde:43. çanakkale sendromu

Bütün cepheleri boşlayıp son cephede insanüstü bir performans göstermek:   Türkiye’nin bir ruhu varsa son cephelerde geziniyordur. Biz kaderci değiliz, keşke öyle olsaydık, daha beter bir şey var bizde. Başımıza ne geleceğini bilip olası felaketlerden zevk almak. Canavarı görünce uçuruma doğru koşuyoruz, korkudan değil. Canavarla dövüşmek için sırtımızı uçuruma vermemiz lazım. Son dakikadaki kornere çıkıp karşı kalede gol arayan kalecilere sorun, Türkiye’nin ruhunu en iyi onlar bilir.

Madde:44. babalar ve kız kardeşler

Yine Kazancakis’in Zorba’sı, dulu öldürdükleri sahne. Zorba önlerine geçiyor, “Bütün Girit toplanmış bir kadını mı öldürmeye çalışıyorsunuz?” diye bağırıyor. Bizde de var böyle kadınlar, bütün cemiyet toplanmış bir falso yapsalar da üstlerine çullansak diye bekliyor. Elif Şafak ne demiş, duydun mu? Pelin Batu canlı yayında uyumuş, gördün mü? Neredeyse bu kadınlara saldırmamak suç olmuş durumda, aleyhlerinde konuşmayınca cezai işlem uygulanacak yakında. Vaktinde Duygu Asena’ya da yaptılar aynısını. Bir şehir efsanesi uydurdular ‘kart sensin postal da sana girsin,’ diye. Oysa Can Yücel hiçbir zaman öyle bir laf etmedi. Üstüne üstlük çok iyi dostlukları vardı. Duygu Asena, Can Yücel’in lüzumsuz hayranları yüzünden kanser oldu. Ayrıca Nazım Hikmet’e kartpostal şairi diyen de Duygu Asena değil, Ece Ayhan. Duygu Asena’ya saldırmak kolay, göz önünde biri. Ece Ayhan’a laf söylemek zor, sıkar biraz, şahsiyet ister. Bütün bunları şunun için söylüyorum: Kız kardeşleri dövmek kolaydır ağbiler, babalarla yüzleşmek zordur. Cervantes Türk olsa Sancho Panza’yı başkarakter yapardı. Çünkü Don Kişot’un bu memlekette dövüşeceği adam yok. Don Kişot şövalye olmayanlarla dövüşmez, Sancho’ya havale eder o tarz kavgaları.

Madde:45. ayrılık fikri

Türkiye yüz parçaya bölünse en son Kürtler ayrılır. Çünkü kafalarında ayrılık fikri var. Ayrılık fikri Kürtleri Türkiye’ye bağlayan en önemli unsur. İntihar fikri sayesinde hayatta kaldım diyen Cioran gibi. İnsan tepesi attığı zaman canına kıyma ihtimali olduğunu bilmeli, bunu bilince yaşamaya devam etmek kolaylaşır. Kürtlerin de tepeleri attığı zaman bu memleketten ayrılabilecekleri ihtimalini bilmeleri lazım. Bu ihtimal ellerinden alınmaya çalışıldığı için kan gövdeyi götürdü/götürecek.

Madde:46. kitap aramaya çıkan kafes

Kitapların da uluslar gibi kendi kaderlerini tayin etme hakları vardır. Bir kez yazarın ipinden kurtuldu mu alıp başını gider, nereye gideceği de bilinmez. Kafka’yı esas sinir eden şey buydu. Kafesin biri kuş aramaya çıktıysa kitap aramaya niye çıkmasın. Max Brod bunu anlamadı çünkü avanağın biriydi, edebiyat tarihine katkı sunmuş tek avanak.

Madde:47. afili filintalarda niye kadın yazar yok

Sağda solda çok duyuyoruz bu soruyu, sorduktan sonra da suçlayarak bakıyorlar. Bir şey diyemiyoruz, Dostoyevski’nin yeraltı adamı gibi bakışlarımızı kaçırıyoruz. Oysa bizi bir araya getiren şey cinsel kimlikler değil arkadaşlık hukuku oldu. Çeteyi büyütürken de aynı hukuku gözetiyoruz, kadın-erkek-eşcinsel ayrımı yapmadan soruyoruz arkadaşlarımıza katılır mısınız diye. Artık kadın yazarımız da var ayrıca, sevgili dostumuz, Boğaziçi’nin en güzel hocası Meltem Gürle bizi kırmadı, iki manga adamın arasına gözünü karartıp girdi. Tanıyanlar anlamıştır yakında ne süper şeyler yazacağını. Her neyse, sevinçten uçan son Türk kadını Sabiha Gökçen’in dediği gibi, come on baby light my fire.

Madde:48. toza dumana

Toza dumana gidelim yine, şenliğin kalbine. Çünkü ölüm döşeğinde bir ihtiyar tanımıştım. İnsanlara gerçekten bakmak istiyorsan oğlum, onların sana bakamayacağı bir yere git demişti. Kıyametin ortasına git. O kadar yaşlıydı ki, öldükten bir hafta sonra sanki on sene önce ölmüş gibi düşünmeye başlamıştı herkes. Ölenlerin ölü taklidi yaptığını düşünüyordum ben o zaman. Yaşayanların yaşıyor taklidi yaptığını hissediyorum şimdi. Toplum değil toplu mezar. On bir yıldır sabah yatıp öğlen kalkıyorum. Hava kararana kadar geçmiyor dalgınlığım. Belki de uykuda kaybettiğim bir şeyleri arıyorum. Kimi görsem rüyalardan bahsediyorum. Oysaki hatıralardan konuşmak lazım. Rüyalardan daha karanlık hatıralar var. Daha çok fikir verir biri hakkında. Şekeri bitmiş sakızı, toz şekere batırıp çiğnemeye devam etmen gibi senin. Ben de tüpte satılan çokokremi diş macunu tüpüyle değiştirmiştim bir sabah. Gülmüşlerdi sadece. Oysa bir çocuk numara çekiyorsa gerçekten yemek lazım, yemiş gibi yapmak değil. Yirmi sene sonra Beşiktaş’ta bıraktığımız o ev. Bırakabildiğimiz tek ev. Beş kat seksen iki basamak. Balkon demirlerinden uzak duruyorduk geceleri. Hep daha yukarı bakmak zorunda olan iki vertigozede. Kar taneleri birbirine benzemez. Sözcükler de benzemez. Ama bir cümle bir başka cümleyi hatırlatır her zaman. Koşan atlar düşen atları. Yağmur yağar, durur, tekrar başlar. Yanlış yolda yürümek doğru yolda beklemekten iyidir oğlum. Spermden mezara kadar. Karanlıkta herkesle çarpışabilir insan. Yalan mı söylüyorum yine, olsun. Sen biliyorsun nasılsa. Bir sürü doğru söyledik ama hiç burnumuz kısalmadı.

Madde:49. halkın takımı ve benim gömlek

Trabzonspor, Uzungöl’e hidroelektrik santrali yapıyor. Bir spor kulübünün işi hidroelektrik santral yapmak mıdır Allah aşkına? Geçen yıl 1 mayısta Taksim’e çıkan Halkın Takımı grubundan arkadaşlarım var, o kadar eski arkadaşlar ki ne zaman tanıştığımızı hatırlamıyorum. Hafta sonu Beşiktaş-Trabzon maçı için pankart hazırlamışlar konuyla alakalı, takıldım peşlerine, gittim maça. 61. dakikada eski açıkta pankartı açtık. Polis geldi, pankartı vermeyelim derken itiş kakış başladı. Pek adil bir dövüş olduğu söylenemez, çünkü bizim çevik kuvvet sekiz kişi bir araya gelmeden adam dövemiyor. Aldılar götürdüler, polis minibüsüne kadar yerde sürüdüler, kafamı tekmelediler. Yazarım dedim diye polisin biri başparmağımı kırmaya çalıştı. Sorun değil dokuz parmakla da yazarız. Ama nedir bu psikopatlık, nedir bu düşmanlık. Ne yaptık bu ülkeye de bu kadar nefreti hak ettik. Baharlık bir gömlek almıştım onu bile yırttılar.

Madde:50. o gece

Kurtuluş Parkı’nda yaprak dökümü. Hava açık. Yıldızlar yere yakın. Taş atsak bir ikisini düşürebiliriz. Neden olmaz diye soruyorum. Mutsuz oluruz diyorsun. Herkes mutlu olacak diye bir kural yok biz de mutsuz olalım. Birbirimizin yüzüne bakıyoruz. Sanki az önce, orada bir yerde, kaybettiği anahtarlığı arar gibi.

Madde:51. saray kapıları

Dolmabahçe Sarayı’nın önünden geçiyoruz. Bu saray kapıları niye bu kadar ihtişamlı? Çünkü içeri girmek yasak. Kapıya bakıp bir sonuca varmak lazım.

Madde:52. genel plan

Birbirimize ihtiyacımız olduğunu biliyoruz. Zalimliğin başladığı yer burası, hoşgörünün başladığı yer de. Ama bunu sözcüklerle anlatmanın imkânı yok. Bir saat kadar Noir désir dinlemek lazım.

Madde:53. ara bölge

Ölümle hep başkasının başına gelen bir şey olarak karşılaşıyoruz. Bir ara bölge olsa, buna uygun bir yaşam formu, dünyayı daha iyi anlayacağız.

Madde:54. sözcüklerle uğraşan biri evliya olamaz

Seni başka türlü ummuştum diyorsun. Nasıl? Belki de ben hariç herhangi biri gibi. Bu da benim hatam. İnsan içine hiç çıkmayacaktım.

Madde:55. kaybetmek

Arada birbirimizi kaybettiğimiz iyi oldu. Bir şeyin kıymetini bilmenin en klasik yolu onu kaybetmektir.

Madde:56. aramızdaki en kısa mesafe

Barış Bıçakçı’nın en iyi kitabı, Aramızdaki En Kısa Mesafe. Ama o bunun farkında değil. Olabilir, herkes yanılabilir.

Madde:57. sonrası

Sonrası biraz bulanık. Başka bir şeyi ararken bulunan bir şey gibi. Yarım kalmaya mecbur bir sevinç. Elimizde bir bilet var ama ne tam ne öğrenciyiz. Tanrım bu kare bulmacayı sen hazırlamışsındır umarım. Çünkü çözemedikçe beni sinir eden şey, onu benim kadar günahkâr birinin hazırladığını düşünmek.

Madde:58. giderken

Bir sıkıntıyı anlatmak istedim. Ama bir şeyi başka bir şeye benzetmekten başka bir şey gelmedi elimden. Kaybettiği savaştan sonra yakıp yıkarak geri çekilen ordular gibi. Mağlup olduğu oranda zalim. Trajik hatamız: Kendimizle ilgilenmeye alıştık, başka bir şeyle ilgilenemiyoruz artık. Sen çocuk yap kurtul istersen bu dertten bana da bir bira söyle giderken.

Madde:59. ateşe benzemek için

Altı yaşında bir yaprağa dokundum ve dedim ki sevgili yaprak seni hiç unutmayacağım. Yedi yaşında gasp ettim hain bakkalı ve siyah beyaz televizyonda seyrettim ilk Pembe Panter’i. İkinci çinkoda kaldım 1989 yılbaşında. Malmö maçından sonra oturup ağladım. Körfez Savaşı’nda Amerika’yı tuttum. Petrole bulanmış o hüzünlü karabatak kuşu yüzünden. Çok sonra öğrendim Alaska’daki bir tanker kazasında kirlenen kuşların görüntüsünü kullandıklarını. Arapçayı gofret ambalajlarından sökmeye çalıştım ertesi yaz. Gonga vurdum ses çıkmadı o kış, bir rüyada. Kulağıma sinek kaçmasından ve bu sebeple delirmekten korktum birkaç yıl. On altı yaşında, tam söze girecekken tentenin üstünde gezinen kedi bütün çay bahçesini tedirgin etti. Okuldan kaçıp 1 Mayıs’a gittim on yedi yaşında. Ertesi yıl her taraf yıkıldı bir yaz gecesi. Evrenin temel yasası: Bağlı olan her şey bir gün çözülür, atom altı parçacıklar bile. On dokuz yaşında gündüzleri uçarıydım geceleri stoacı. Bulduğum yerde yitirdiğim bir şey vardı o sonbahar, Ankara’ya ilk gelişim. Ama neydi, kim bilir. Çekilen acıların beş saniye içinde kendi kendilerini imha etmelerini istiyordum galiba. Bin kez dinledim şu hüzünlü anonsu: Son istasyon Batıkent. Metronun girişinde yatmıştım bir gece. Altüst, sarhoş, yalınayak. Onca yıl sonra başladığım yerdeydim. Yemiştim Pembe Panter’den beşpençeyi, etkisiz hale getirilmiştim. Orada öyle iki seksen uzanmış, hiç verilmemiş bir sözün gerçekleşmesini beklemiştim. Şimdi ateşe bakıyorum ateşe benzemek için.

Madde:60. yaşadıklarımdan öğrendiğim hiçbir şey yok

Romanlarda anlattılar filmlerde öpüştüler. anneannemin fısıldadığı öyküler var bir de durağına hiç uğramamış otobüsler. başkaları sevişirken gıcırdayan yatak yaylarına kulak kabarttın mı hiç. apartman önlerinde çekirdek çitleyen çocuklara dikkat ettin mi. yüksek sesle konuşan alçakları dinledin mi yeterince. o zaman çoraplarını çıkar çünkü aynı saftayız.

            anlatıla anlatıla yalama olmuş hatıralar var çok şükür. başka hatıraların arasına karışıp bambaşka hatıralara dönüşen hatıralar. ve hiç yaşanmamış hatıralar var bence en güzelleri. o zaman ellerini ceplerinden çıkar çünkü kahve söyledik.

            gitmek istemediğin şehirlerden geliyorum geceleri. rüyalarında kuruyan nehirlerden geliyorum. bir kaplumbağanın kalbiyle geliyorum. bir kaplumbağanın kalbini sökersen o kalp bir saat daha atar. bir dere elli sene sonra taşar bir telefon yüz yıl çalar. ne öğrendik bu aşktan: insan bir gün herkesi unutabilir. o zaman hayaletlere inan çünkü onlar hep dokunabilir.

Madde:61. boşa geçmiş anlamlı günler

Antalya’da, Güllük Caddesi’nin ortasında, pasajın içinde bir Lık Lık Birahanesi vardı. 1999-2002, şimdi uzun sürmüş bir gece gibi hatırladığım üç yıl, hayatım orada geçti. İnsan yüzlerine bakarak. Bir Cengiz Ağbi vardı, yarım saatte bir bira içerdi. Ne eksik ne fazla, kurulmuş saat gibiydi. Saçları bembeyazdı, gözleri yemyeşildi. Ama öyle iddialı bir yeşil de değil, yırtıcı hayvanların sakin yeşil gözleri gibi. Alkol tedavisi gördüğü hastaneden dört sefer kaçmıştı. Hayat canına okumuştu ama dimdik oturuyordu. Sadece Sibel Can dinlerken iç çekerdi. Herkesin zayıf bir noktası vardır, psikoloji bunu gerektirir. Bir Ertan Ağbi vardı, durur durur, “İçmelere gidelim mi içmelere,” diye bağırırdı. “Hepinizin heykelini dikeceğim,” diye de bağırırdı. Hep bağırırdı, sesinin başka türlü duyulmayacağından emindi sanki. Sonra bir kaptan vardı, gemisiz bir kaptan, en az yüz yaşında, en az yüz elli kilo. En tatlı uykusundan matkap sesiyle uyandırılmış gibi sinirli biri. Biz güldükçe, “Hay ebenizin kör kandilini,” derdi. Sonra bir kumarbaz vardı, sıradan bir kumarbaz değil, hayatın her anını kumara çevirmeye hazır biri. Dürümüne tavla oynardık. Para bozdurup yazı tura oynardık. On ikiye doğru yandaki kahvede oyun bitince gelir, benle iddiaya girerdi, bir dikişte içersen benden diye. Çok birasını içtim. Bir sefer altılıyı tutturduk, 142 milyon verdi, şimdiki parayla 142 lira. Sonra DSİ’de çalışan bir Coşkun Ağbi vardı. İpli gözlük takıyordu. Hayatımda tanıdığım en efendi adam olan Atalay vardı. Parliament içerdi, efendi adamların Parliament içtiği zamanlar. Sonra evlendi, seyrek uğramaya başladı. Çocuk felci geçirdiğinden topal kalmış biri vardı, bastonla yürüyordu, bir de motosikleti vardı bu adamın. Bir akşam çıktık pavyona gittik, yan masada oturan adamlarla kavga çıktı. Motorla kaçtık, yolda zik zak yaptı sürekli. Yat limanında oturduk sabaha karşı, kol kadar fareler vardı kayalıkların arasında. Çöpleri toplayan, ayakkabıları boyayan, bütün ayak işlerini yapan, herkesin Muzo dediği bir Muzaffer vardı. Çünkü bu dünyada sefaletin dibi yoktur, her zaman daha kötü durumda olan birileri bulunur. Kasalardaki boş bira şişelerini kontrol eder, dibinde kalan varsa içerdi. Sonra pasajın bir delisi vardı. Barın önünde oturduğum uzun tabureyi sallamıştı bir gece. Deprem oluyor zannedip kendimi dışarı atmıştım. Bunu öğrenince ne zaman beni görse gizlice gelip taburemi sallamaya başlamıştı. Bir gece dövüştük bu yüzden, uzun süre ayıramadılar. İki deli gibi dövüştük pasajın içinde, ben de delirmiştim çünkü. Sonra tabure sallamayı bıraktı. Kavga ettiğimiz iyi olmuştu, yoksa öldürebilirdim onu. Babalarının kendilerine devrettiği Lık Lık Birahanesi’ni Ayhan’la Yalçın kardeşler işletiyordu. Ayhan büyük olandı, kötü polisti, hesapları kontrol eden, maaş günleri veresiyeleri toplayan. Evliydi, geceleri Yalçın’a bırakıyordu dükkânı. Bütün müşteriler gidince Baha’nın kasetini takıyordu Yalçın, Kutupta Yaz Gibi. Bin kez dinledik o albümü. Ölüm haberi almış iki adam gibi sessizce ve her şeyi affetmeye hazır. Sonra kapatıyorduk, evim yolunun üzerindeydi, taksiyle bırakıyordu beni. Ertesi gün ben onu alıyordum, yeniden başlıyorduk. Sonra hayatımı harcamanın değişik yollarını aramaya başladım. Yazmanın da bir çeşit kafa yapıcı etkisi olduğunu keşfettim. Ankara’ya hicret ettim. Bazı akşamlar telefon açıyordum Yalçın’a. İçeride kim varsa muhabbet ediyordum. Bazen onlar kafayı bulup beni arıyorlardı. Yıllar geçtikçe koptuk. Bir ara sokakta, uzun zaman önce terk edilmiş, lastikleri patlak bir arabanın ne anlamı varsa, o günlerin de öyle bir anlamı var şimdi.

Madde:62. konuşun korkaklar daha çok konuşun

BBC saatlerdir dönüp dolaşıp aynı görüntüyü gösteriyor. Taksim’de İsrail bayrağını yakıp üstünde tepinen takkeli adamlar. Diğer yanda, “Kahrolsun İsrail,” diye bağıran başörtülü kadınlar. Üstüne İsrail Dışişleri’nden bir adam çıkıyor, “Şiddet kullandılar, bunun karşılığında şiddet gördüler,” diyor. Pek çok akil adamı çileden çıkardılar bugün. Yahudilere sövenlere, Hitler’e hak verenlere gün doğdu. Katil olan İsrail Devleti’dir. Tepkileri İsrail yurttaşlarına ve Yahudilere yöneltenlere, düpedüz ırkçılık yapanlara fırsat vermeyin, her düzlemde teşhir edin.

Şimdi beni çileden çıkaran asıl meseleye geleyim. İHH gemisinin provokasyon amacıyla yola çıktığı, böyle bir saldırının beklendiği, çok doğal olduğu, hatta İsrail Devleti’nin buna hakkı olduğu vb. yurt içi yorumlar.

İsrail, oraya yardım malzemesi götürmeye çalışan muhtelif ülke vatandaşları sivillerden oluşan bir konvoya saldırdı. Üstelik kendi kara sularında değil uluslararası sularda yaptı bunu. Olay bu kadar açıkken yapılan yorumlara bak. Yalım Eralp CNN’de, “Dünya medyası olaya insani yardım değil, İslami yardım olarak bakacak,” diyor.

Oray Eğin Twitter’da: “Yardım yapma” demiyorlar, “Yardım yapacaksan, gel bu limana yanaş” diyorlar… Bunu dinlemeyip ölüme gitmek kahramanlık mı provokasyon mu?” diye soruyor. Ben de ona soruyorum: Rachel Corrie de mi provokatördü? Ona da demişlerdi ki, “Buradan buldozer geçecek, burada durma biraz yanda dur.” Filistinlilerin evinin önünde durduğu için o da mı provokatördü? Eline taş alan Edward Said de mi provokatördü?

İyi aile çocukları, eline hiç taş almamışlar, her zaman kazanan ata oynayanlar, sırtını daha güçlü birine dayamadan başka kimseyle kavga edemeyenler. Sizin ruhunuzu çok iyi biliyorum. Irak işgalinden önce de Amerika’nın yanında savaşa girmeliyiz diyordunuz. Çünkü siz ancak dayak yemeyeceğinizi bildiğiniz kavgalara girersiniz beyler. Siz ancak çocukları dövebilirsiniz. Uzağından yakınından geçmediniz hiçbir onurlu kavganın. Hiçbir zaman da anlayamayacaksınız kelleyi koltuğa alıp canavarlarla dövüşmeye giden insanları.

Başka zaman olsa, “Fikirlerinize katılmıyorum, onları söylemeniz için de canımı falan vermem, defolun gidin,” derdim. Ama şimdi öyle demiyorum. Şimdi daha çok konuşun diyorum. İstediğiniz kadar konuşun. Ortalık biraz bulanık olsa da herkes ne olup bittiğinin farkında bugün. Ancak sular geldiğinde böyle olur, bir süre çamurlu akar, sonra berraklaşır. O yüzden konuşun daha çok konuşun, bir an önce aksın gitsin bu pislik.

Madde:63. ismet berkan ne diyor ben ne diyorum

Bir tek cumaları Radikal alıyorum, kitap ekine bakmak için. Her seferinde okumadan geçeyim diyorum ama İsmet Berkan kabak gibi ortada. Bugün İsrail’in katlettiği insanların ailelerinin, ölümleri metanetle karşılamalarına değinmiş. Yazının başlığı “Ölümü Yüceltme Kültürü.” Şöyle yazmış, “Herhangi bir üzüntü belirtisi yok, ölü çıkan bütün evlerde olduğu gibi ağıt yakan, gözyaşı döken yok. Babasının ölümünü yetişkin yaştaki oğlu “Sevinçliyiz, gururluyuz” diye anlatıyor gazetecilere, “Zaten şehit olmak istiyordu Allah ona şahadeti nasip etti.”

Şimdi mi aklına geldi İsmet Berkan! 30 yıldır asker cenazesi kalkıyor bu ülkeden. 7 yaşında çocuklara asker üniforması giydiriyorlar. Teröristler sevinmesin diye ağlamıyoruz diyor insanlar, bir oğlum daha var onu da veririm diyorlar. Ölümü milliyetçilik ekseninde yüceltince tek laf yok. Din ekseninde yüceltince başlasın psikolojik tahliller.

“Halbuki ben yapılanları insani yardım götürme çabası ve bu uğurda yapılan bir sivil itaatsizlik eylemi olarak biliyorum,” diye devam ediyor Berkan. Doğru biliyorsun. Akrabaları ölenleri şehit kabul edince, eylemin niteliği sivillikten çıkmıyor.

Bunu sivil itaatsizlik eylemi olarak kabul etmemenizin tek nedeni var. Gemidekilerin kafanızdaki sivil tipine uymaması. Sakallı adamlar, başörtülü kadınlar, namaz kılıyorlar, tekbir getiriyorlar. Genelkurmay resepsiyonuna giremezler. Sizin mahalleden değiller.

Bir seferinde yazmıştım tekrarlıyorum. Gazetecilerin kafası genelde az çalışır, çok fazla bilgi akışı var çünkü, motor hararet yapıyor, sentez yeteneklerini kaybediyorlar. Ama artık bunun salaklıkla ilgisi kalmadı. Bu vicdansızlıktır.

Hadiseyi İsrail basınından takip edince daha çok fikir sahibi oluyor insan. Haaretz’i okuyun, “Netanyahu hükümeti bu sınavda tam bir başarısızlığa uğramıştır. Bu büyük yenilgi sahipsiz kalamaz,” diyor. “Elit komando birliğinin, devleti batırmadan bir geminin nasıl ele geçirileceğini, ölüme yol açmadan cop ve bıçak taşıyanları nasıl yeneceğini ve silahlarını nasıl kaptırmayacağını bilmesi gerekirdi,” diyor.

Adamlar bu cinayeti sorguluyorlar. Siz cinayetten sonra katili değil, ölümü yüceltme kültürünü sorguluyorsunuz. Çok düşünceli olduğunuzdan mı? Hayır, gerzelog olduğunuzdan.

19 Aralık katliamında da aynısını yaptı bu basın. “Sahte Oruç Kanlı İftar” diye başlık attılar. Kendilerini yaktılar diye haberler yaptılar. Hepsi yalandı, 10 yıl sonra yargı kararlarıyla da ortaya çıktı. Ama o haberleri yapa yapa yükselen gazeteciler şimdi ya haber müdürü oldular, ya genel yayın yönetmeni. Bu hadiseyi manipüle edenler de onlar. En “dürüstleri” Habertürk. “Eylemci çetesi” dedi gemidekilere. En azından katillerin tarafında olduğunu belli etti, bel altından vurmadı.

Eylemlere dair bir yargıyla bitiyor Berkan’ın yazısı: “Merkezinde “din kardeşliği” var ama o merkezin etrafı Batı karşıtlığıyla, Hıristiyan ve Yahudi düşmanlığıyla örülü.”

60 yıldır aynı halt. İsrail vuruyor, aydınlar ne oluyor diyor, dünya ayaklanıyor. Hemen susturuyorlar, aynı anda, her yerde. “Hop, Yahudi düşmanlığı yapmayın.”

Ne zaman İsrail’e laf söylesek, ama durun şimdi antisemizitim yapmayalım diyen birileri çıkıyor. Ben sosyalistim, sizden mi öğreneceğim Yahudi düşmanlığını, antisemitizmi. Siz İslam düşmanı olmadığınızı kanıtlamak zorunda değilseniz, ben de Yahudi düşmanı olmadığımı kanıtlamak zorunda değilim. Rüzgâr bir tersine dönsün, ilk Yahudi düşmanlığı yapacak olan sizlersiniz yine.

En doğrusunu dün yaptığımız basın toplantısından sonra Sırrı Süreyya Önder söyledi, “Bunların dini, vicdanı her şeyleri para. Bu ülkenin bütün sermayesi  ABD ve İsrail’in sermayesi ve tohumlarıdır. Bu tohumları ülkemizden atar isek, çocuklarımız kurtulur,” dedi.

Bugün az çok bir uyanış var, insanlar bunları sorguluyor. Tayyipeyşın, İsrail’e sert çıktı ama bu yapılan ikili anlaşmalar ne olacak diyorlar.

Dün yaptığımız benzetmeyi bugün tekrarlayalım. Bu halk sizi öyle bir pataklayacak ki hayatınız gözlerinizin önünden Gazze Şeridi gibi geçecek. Siz Yahudi düşmanlığından değil, asıl bundan korkuyorsunuz.

Madde:64. gizlice söyle bana

Her şeyi anlamak zorunda değiliz. kaç yaşında olduğunu anlamak için kesilir mi bir ağaç. bir dalgıç nasıl siler gözyaşlarını. kederli günlerde bağlanmaya daha açık oluyor insan. ama zaten her şey yolunda giderken kim sevebilir. bizi bir araya getiren sebepler ayıran sebeplerle aynı. ama şimdi bunlar biraz hüzünlü konular özet geçelim.

cep telefonu ışığında ameliyat yapan doktorlar var afrika’da ben burada kapıyı açamıyorum. ben burada o kadar ciddi konuşuyorum ki şaka yaptığımı zannediyorsun. oysa kanamak da bir gülüştür yeryüzünde.

hayatımızı değiştirecek insanlar sessiz sedasız geçtiler yanımızdan. onları görmedik yoktu kara atları. ne öğrendik onca bulmacadan: çinekop lüfer balığının küçüğüdür. resimdeki şarkıcıyı yolda görmüştük bir seferinde. sıhhiye köprü altında o mahşer yeri provasında. çok daha fazla şey öğrenmiştik.

bazen bir hikâye tutuşmuş iki eldir, kenetlenmiş on parmaktır. şimdi gizlice söyle bana, saklı düşler ne demektir. yağmur ne demektir terk ne demektir. işte o zaman anlayacağız yeniden gitmek ne demektir.

Madde:65. hüzünlü piç

İşler iyi de gitse kötü de gitse her zaman yanımda olan biri var. Beraber büyüdük onunla. Aynı okullara gittik. Aynı teneffüsleri bekledik. El ele tutuştuk karşıdan karşıya geçerken. Hâlâ birbirimizi kollarız yaya geçitlerinde. Sabah kalkarım başımda bekler. Yüzünde sanki başka bir dünyadan gelmiş gibi duran acayip tebessümüyle. Bence hiç çıkma o yataktan der, dışarıda berbat bir hava var. Pazardan dönen sinirli teyzeler var. Havada uçuşan serseri kurşunlar var. Ayrıca bütün şoförler yerli yersiz kornaya basıyor.

Arkadaşlarla otururken gelir bazen. Bir parça uzakta durur. Benden başka seveni yok çünkü. Biz güldükçe kollarını kavuşturup küskün bakar. Büyük bir bilmişlikle de vardır o bakışlarında. Yine bana kalacaksın nasılsa der gibi başını sallar.

Kuyrukta beklerken muhabbet ederiz genellikle. Kuyrukta beklemekten zevk alan tek insan diyebilirim. En son Üsküdar’da iki kilometrelik bir iftar çadırı kuyruğunda gördüm onu. Oruç tutmamasına rağmen.

Kaleciye geri pasın serbest olduğu zamanlardan beri maça gidiyoruz beraber. Gelme, uğursuzsun diyorum, gene de geliyor. Kaç sefer yakaladım gol yediğimizde çaktırmadan sevindiğini. Takım tutmuyorum diyor ama biliyorum kimle oynasak onları tutuyor. Felaketlerden zevk alan bir mizacın mı var diye sormuştum bir seferinde. Gerçeklere tahammül edebilecek gücüm var demişti.

Onunla ortak bir şeyler yapmanın da imkânı yok. Ben film seyretmek istiyorum o eski fotoğraflara bakmak istiyor. Sürekli eski günlükleri karıştırıyor. Tam bir şimdiki zaman düşmanı. On beş dakika öncesini bile özlüyor.

Omzumun üstünden bakıyor yazarken. Dudak büküyor. Berbat bir yazarsın diyor. Neden diyorum. Maziye saygın yok diyor. İstikbalden haberin yok. Ayrıca üslubun berbat. On beş yaşında bir kızın anlayabileceği kadar bayağısın. Hiç Proust okumadın mı Allah aşkına? Ya ciddi bir şeyler yaz artık ya da bırak bu işleri bir kuruyemişçi açalım.

Ne zaman berbat bir birahanenin önünden geçsek koluma giriyor, gel şurada oturalım diye ısrar ediyor. İstemiyorum, işim gücüm var diyorum ama dinlemiyor, kolumdan çekiyor. Paldır küldür giriyoruz içeri, iki bira söylüyorum mecburen. Ben içmeyeyim sağ ol diyor. İçmeyeceksen niye getirdin beni buraya diyorum. Lütfen garsonun önünde tartışmayalım diyor. Kafayı bulunca cep telefonumu elimden alıyor, kimseyi arama böyle güzel diyor. Nefret ediyorum yalnız ve sarhoş olmaktan. Hiç kimse yalnızken tam anlamıyla sarhoş olamaz, şahit gerekir sarhoşluk için. O zaman gel onu arayalım diyor. Benim hiç gururum yok mu, nasıl istersin böyle bir şeyi benden diyorum. Seni sevmeyen birini sarhoşken arayamazsın. Seni sevmeyen birini gece yarısından sonra arayamazsın. Seni sevmeyen birini öğleden sonra bile arayamazsın. Belki akşamüstü mesaj çekersin. Olsun yine de arayalım diye tutturuyor. Olmaz diyorum. Herkesin içinde çocuk gibi ağlamaya başlıyor. Ağzını kapatıyorum. Elimi ısırıyor. Şişeyle vuruyorum kafasına o zaman. Küsüp gidiyor. Birkaç gün gözükmüyor ortalıkta. Sonra ansızın çıkıp geliyor yine, hiçbir şey olmamış gibi sarılıyoruz.

Neredeydin diyorum nasılsın iyi misin? Seni özledim diyor. Kalbini kırdıysam özür dilerim kardeşim diyorum. Önemli değil diyor, zaten kalbini İkea’dan almış, söküp takabiliyormuş. Ayrıca yalanlara inanmaya ihtiyacı varmış. Bütün çaresiz insanlar gibi. Bütün hasta yakınları gibi. Dağılan bir okul gibi.

Hüzünlü piç diyorum ona ismini bilmediğimden. O da bana acemi piç diyor. Yok dünyadan haberin. Bir fabrika paydos ederken ortalığa çöken hüznü bilmiyorsun. Bilmiyorsun suya bırakılmış kâğıttan kayıkların gerçek anlamını. Rüzgârda uçuşan torbaları. Moloz dökülmüş arsaları. Bu hızla ölmeye devam edersek bütün dünya mezarlık olacak. Ama sen hâlâ ölümü kişisel bir şey olarak algılıyorsun. Herkes uzmanı olduğu konunun zalimi olmuş. Ben de mi diye soruyorum. Sen de diyor. Ama üzülme. Hiçbir şey bırakmayacağız arkamızda. Çekip giderken sırtımıza saplanacak bir çift göz olmayacak. Enkazımızı toplayıp öyle gideceğiz. Asgari centilmenlik toz olmayı bilmeyi gerektirir.

Acılarımız da birbirine benziyor artık. Birbirine benzeyen parmaklar gibi ama. Her birinin eşsiz bir izi var. Bazen gözlerim doluyor karanlıkta. Ama fısır fısır konuşmaya başlıyor yine kulağımın dibinde, hiç susmuyor, ağlamama asla müsaade etmiyor. Her şey affedildi diyor, hiç ayrılmayacağız diyor. Keşke kadın olsaydın diyorum öyle konuştuğunu duyunca. Bu kış çok kar yağar belki beraber kayboluruz diyor o da bana. Söylediği her şeye inanıyorum o zaman. Gözlerimi kapatıyorum her yer bembeyaz oluyor. Yine el ele tutuşuyoruz iki çocuk gibi. Sessizce söz veriyoruz birbirimize. Sessizce verilen sözlere kim inanmaz.

Madde:66. ebedi acemi

Tecrübe denen şey yaşananları sıfırla çarpmakmış. Tecrübeye âşıktım ebedi acemi oldum. Yaşadıklarım duygularımın çeşitlenmesinden başka bir işe yaramadı. Duygularım da çeşitlenerek yok oldular. Çoğaldıkça etkileri azaldı, azalmayanlar dönüştü. Eskiden beni duygulandıran şeyler şimdi sinirlendiriyor.

Madde:67. acı çekmek düzeni bozar

Mesai saatleri içinde eğlenmeye tolerans payı bırakabilirler, yas tutmaya değil. Ölüm izni bu yüzden var. Yakını ölmüş kişi, acısını unutana kadar hizmet dışıdır. Ayakaltında dolaşması da istenmez. Acısını unutmak için kendini işine adamış insan tipi de bu yüzden çok sevilir. Çünkü hepimiz, acısını unutmak için ya da unuttuğu için, kendimizi bir şeylere adamışız.

Madde:68. bataklıkta dans

Beni içine yavaş yavaş çekip boğan şey ne? En güzel şeyler, en sevdiğim şeyler, en pratik şeyler. En çok parlayan şeyler onlar, özünde sönmüş şeyler. Bataklıkta dans ediyoruz. Bataklıkta olduğumuzu hatırlatanları boğarak. Kıyametin tek adaleti, herkes için kopması.

Madde:69. elimizi kime uzatıyoruz

Fitzgerald aralarının bozulduğu bir dönemde Hemingway için şöyle diyor: “Hemingway insanlara elini uzatır, ama sadece kendisinden yukarıdakilere.” Hemingway için bu yargıya katılmıyorum. Ama beni ilgilendiren bu değil zaten, bu sözden bir yaşama düsturu çıkabilir. Sadece şu soruyu sormak yeter kimi zaman, elimizi kime uzatıyoruz, niye uzatıyoruz?    

Madde:70. kendinden bıkan adam

Ne zaman kendimiz olmayı bırakıp başkalarının kafasında şekillendirdiği kişi olmaya başladık. En isyankarlarımız, başkalarının kafasında şekillendirdiği kişi olmama çabası sarf ederken kendileri olmaktan ne kadar çıktılar. İlmek ilmek çözülebilecek bir sorun değil bu. Çözdükçe dolanan, arap saçına dönen bir şey. (Bu meselenin detaylı bir tahlili Dünya ve Ben’de var. J. Jose Millas, Hayykitap, 2010) Ben şunu anladım: Kendinden bıkmaya başlamak, kişilik sahibi olmaya başlamanın da bir göstergesidir.

Madde:71. deliliğe giriş

Düşleri gerçek sanmaya başlarsan onlarda kusur da bulmaya başlarsın.  

Madde:72. kapanış konuşması

İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.

Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.

Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.

Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.

Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.

Madde:73. bira ve kahve

Bir gün tanışacağız, arkadaşlığımızın arkadaşlık düzeyinde kalmayacağını bilerek arkadaş olacağız, sonra sevgili. Bir ay, altı ay, üç yıl. Sonra ben, bir akşam ya da sabah ya da gece yarısı, henüz sen beni terk etmemişsen tabii, herhangi bir neden belirtmeden çekip gideceğim. Çünkü veda konuşmalarını beceremem. Becerebilseydim altı sene önce evlenmiş olurdum. Nasıl ayrılacağımı tahayyül edemediğim için evlenemedim. Ama bu ayrı bir konu. (Ve sana –bir cümleye “ve” ile başlamanın ona ilahi bir ton kattığını Jonathan Safran Foer’den öğrenerek kullanmaya karar verdiğimi de belirtmek isterim– erkek dünyasının tam kalbinden bir tavsiye, bu tarz dostane veda konuşmalarını becerebilen adamlardan uzak dur lütfen. Onlar bir gece uyanıp seni kıtır kıtır kesebilecek kadar kendine güveni yerinde adamlardır. Onlar en düşmanca hislerini bile dostane biçimde ifade edebilen gerçek erkeklerdir, onlar ergen değildir. Ece Temelkuran ne güzel kadın.) Her neyse. Ve sen kendini bok gibi hissedeceksin. Haklı olarak. Ve üzüleceksin. Ve sen üzüldüğün için ben de üzüleceğim. Ama bunu çaktırmayacağım. Ve sen benim taş kalpli ve vicdansız biri olduğumu düşüneceksin. Götün önde gideni olduğumu düşüneceksin. Bu düşüncelerini bir terbiye süzgecinden geçirip smslere dökeceksin. Ve ben onları okurken şöyle düşüneceğim, “Sanırım ben bu dünyaya insanların kalbini kırmak için geldim.” Sonra bir gece saat ikide, alkollüyken telefon açıp bağıra çağıra dökeceksin içindeki bütün zehri. Ama benim kafam o an yazdığım şeyin zehriyle dolu olduğundan senin zehrinden etkilenmeyeceğim ve diyeceğim ki, “Yarın akşamüstü bir kahve içmeye ne dersin?” Ve sen de diyeceksin ki, “Yarın akşamüstü gelip seni bıçaklamama ne dersin bencil piç? Bip bip bip biiiip…”  Her neyse. Dışarıda kahve içmekten nefret ederim zaten, evde yeterince içiyorum. Kahve içelim dememin nedeni, bira içip duygusallaştıktan sonra aynı döngüye tekrar başlamaktan korkuyor olmam. Sonuçta bir gün, o kahveyi barış içinde içeceğiz, havadan sudan konuşacağız, herkesin herkessiz yapabileceğini bildiğimizden (Tezer Özlü ne güzel kadın); kendimizle, o ana kadar ki bütün aptallıklarımızla dalga geçebileceğiz ve en sonunda, “Ne güzel böyle, bunu her zaman yapalım,” diyeceğiz. Masaya gelen, donmuş sümüğü üst dudağına yapışık çocuktan selpak ve bu işi sadece hayır için yaptığını iddia eden adamdan tükenmez kalem alacağız. Selpak mı kalem mi diye soracağım. Tabii ki de kalemi seçeceksin. Sonra aramızdaki sessiz anlaşmaya uyarak, bir daha bu kahve faslını hiç tekrarlamayacağımızı bilerek, ayrı yönlere gideceğiz.

Madde:74. insan bir sirkten ne bekler

Mimarlık fakültesinde okuyan çapkın bir arkadaşım vardı. Bir gün yardım istemeye gittim. Dedim ki, “Canım kardeşim, ocağına düştüm, ne olur bana bir akıl ver.” Ankara’ya o sene gelmiştim, aynı kız tarafından üç sefer reddedilmiştim. Kendimi uzay çöpü gibi hissediyordum.

“Fısıldamalısın,” dedi. “Kadınların sana yaklaşmasını istiyorsan onlarla fısıldayarak konuş.”

“Neden?” dedim.

“Çünkü kadınlar her şeyi duymak isterler.”

Makul bir öneri gibi geldi. Onunla tekrar karşılaştığımızda, “İnsan iradesi çelikten bir binadır,” dedim fısıldayarak. “Ama bataklık üstüne inşa edilmiştir, en ufak sallantıda batar.” Bu lafın kendisi de mimarlıkta okuyan arkadaşa aitti.

“Ne diyorsun, anlamadım,” dedi o.

“Senin yanında kendimi iyi bir adam gibi hissediyorum,” diye devam ettim aynı tonda. “Bir avukat gibi. Bir avukat ne kadar iyi olabilirse.” O ara tıp fakültesinde okuyan bir arkadaş ilaç firmalarının dağıttığı eşantiyon çantalardan hediye etmişti. Aslında o çantayla yürüdüğüm zamanlar kendimi bir avukat gibi hissediyordum ama bunu söyleyemedim tabii. “Ve kendimi senin yanında bir doktor gibi hissediyorum,” diye devam ettim. “Çünkü sonunda hep doktorlar kaybeder. Hayatta bu kadar umutsuz bir meslek var mı? Hemingway, İhtiyar Balıkçı’da, ‘İnsan yenilmek için yaratılmamıştır,’ der. Doktorlar yenilmek için yaratılmıştır. Ve ben senin için yaratıldım. Herkes sustuğunda seninle konuşmak için buradayım. Hep burada olacağım.”

“Mıy mıy ne diyorsun anlamıyorum, karnından konuşmayı bırak lütfen,” dedi. O gün bugün karnından konuşmak deyiminden nefret ederim.

Akşam bir koli rakı alıp eve gittim. Altı gün boyunca içtim. Sonra sirke gitmeye karar verdim. Çünkü sirkte eğlenebilen biri alkolik olamaz.

İnsan bir sirkten ne bekler: Rutinin bozulmasını. Ayıyla güreşen adamı seyrederken beklediğim şey, ayının sinirlenip adama pençe atmasıydı. Lobutları çeviren palyaço onları düşürsün istedim. Ateş yutan adam yansın istedim. Sonuçta sirkte eğlenemedim.

Ertesi gün Atatürk Orman Çiftliği’ndeki hayvanat bahçesini denedim. Yedi metrelik bir piton vardı, altı metrelik bir camekânın arkasında duruyordu, bir metresi odanın diğer yanına kıvrılmıştı. Hiç kıpırdamıyordu, kendisine bakan hiç kimseyi umursamıyordu. Başımı cama yaslayıp bir karışlık mesafeden iki saat boyunca pitonun gözlerinin içine baktım ve piton kazandı. Hiç kıpırdamadı.

Nefes’e gidip bir bira söyledim. O gece pitonu rüyamda gördüm. Dev bir terazinin üstündeydik, bir yanda ben duruyordum diğer yanda o. Ağırlığımız eşitmiş gibi dengedeydik. Sonra günlerin geçmesini, hatıraların yağmurda sızlayan eski kırıklara dönüşmesini bekledim. Ama bazı hatıralar ölümcül oluyor. Sonuçta Truva atı da bir hatıraydı. Hatıra olarak kabul edilip içeri alınmıştı. Ve ben rüyalarımda ölebilirdim.

Bu gezegende, iki insanın birbirlerine duydukları sevgi, bir terazide dengelenmiş midir hiç? Eşitlik fikrine en çok âşıkken inanırız. Çünkü en çok o zaman ihtiyaç duyarız.

Madde:75. devrimcilik şaraba benzemez

Tek tek ele alındığında bir sürü akıllı adam var şu sitede, memleketin en zeki adamları listesi yapılsa ilk yüze girenler olur. Ama bir araya gelince organize bir şapşallığın kucağına düşüyoruz bazen. Niçin? Çünkü zekâ yetmez. O zekâyı kimin için ve ne için kullandığınız önemli. Ne içtiyseniz bana da verin ama devrimcilik şaraba benzemez. Fermantasyon yöntemiyle maziden devrimci imal edilemez. Hiç kimse yıllandıkça devrimci olmaz. Bugün devrimci olmayanlar yarın da devrimci olarak anılmayacaklar. Bugün Adnan Menderes’e devrimci derseniz elli sene sonra da Tayyip Erdoğan’a devrimci dersiniz. Peki, o zaman Afili Filintalar’a ne derler?  

Madde:76. kahvaltına devam edebilirsin

Herkesin bildiği şeyleri çocuklardan saklamayın. Çünkü o zaman kendilerini dünyanın dışına itilmiş hissederler. O ruh hali de, öğrenmelerini istemediğiniz şeylerden daha çok zarar verir onlara. Bir çocuğun, kuş olduğunu düşünmeye hakkı vardır. Tabii bu biraz tehlikelidir. Özellikle arka balkonlarda manasızca oturmayı seviyorsa.

Serin ve sakin bir sabah balkonda kahvaltı ediyorduk. Saçların dağınık, gözlerin uykuluydu. Kalbimi kazanmak için hiçbir şey yapmana gerek yoktu.

Çok pis canım sıkılıyordu o sabah. Hatıralar ve şairler, kötü evler ve ara sokaklar, polisler ve özel güvenlikler tarafından hırpalanmıştım. Sınır dışı mı ederlerdi yoksa kendi imkânlarımla mı giderdim bilmiyordum ama bir hicrete ihtiyacım olduğu kesindi. Hayatımı resetleyip her şeyi yeniden düşünmek, her şeyi yeniden yorumlamak, her şeye yeniden alışmak istiyordum. Elimdeki çay bardağını manasızca evirip çeviriyordum. Basit bir şey söylemek istiyordum ama asla unutulmayacak bir şey. Her an söyleyebilirdim de. Ağzım iyi laf yapıyordu o aralar. Zamanın dışındaymış kadar kederli ve salaktım çünkü. Ama seninle konuşamıyordum bir türlü. Senin karşındayken utanıyordum, ufalıyordum, büzülüyordum, notlarıma bakmaya ihtiyaç duyuyordum.

İnsanı delik deşik eden sessizlikler var, geceyi bölen çığlıklardan daha beter. Ve sen o sessizlikte ne demek istediğimi anladın. Çünkü sen de çocukken bir kuş olmak istemiştin. Yakınmadan, ortalığı ayağa kaldırmadan acı çekmeyi öğrenmek hayli zamanını almıştı. Beni anladığında o kadar şefkatle baktın ki, sanki gözlerinle saçlarımı okşadın, gözlerinle ellerimi tuttun ve aynı gözlerle kahvaltına devam edebilirsin dedin.

Bu sabah bir çocuk pencereye çıkıp yangın var diye bağırdı. Sonra da koşup kendini denize attı. Ölülerin üstüne basarak yürümekten yorulmuşsan bir balık olduğunu da düşünebilirsin.

Madde:77. genç werther’in çekilmemiş acıları

Şimdi çektiğimiz acılardan yola çıkarak gelecekte çekeceğimiz acıları tasavvur edebiliriz. Hatta şimdi çektiğimiz acılar bizi bir miktar şerbetli kılacağından gelecekte çekmeyeceğimiz acıları da tasavvur edebiliriz. Ama bu tasavvuru tedbir amaçlı olarak yapmak başka bir şey, sırf kendini daha fazla üzmek için yapmak başka bir şey. Ben ikisini de tavsiye etmiyorum.

Madde:78. oyala bizi dünya

Gözlerini saate diktiğinde, saniye çubuğunu değil de akreple yelkovanın ilerleyişini izliyorsan hayallerin boka batmış demektir. Bu da aslında göründüğü kadar kötü bir şey değildir. Saate manasızca bakan birinin göründüğü kadar salak biri olamayacağı gibi. Bu dünyadan değilsin. Bu dünyadan olmak için salak gibi görünmeyi bırakıp oyalanacak bir şeyler aramalıydın. Oyala beni dünya demeliydin. Televizyonla oyala, internetle oyala, esrarla oyala, edebiyatla oyala. Alkolle, pornoyla ve nescafeyle oyala. Oyalarken bana dokunduğunu hissedeyim, sırtımı sıvazla, saçlarımı okşa. Oyala bizi dünya, hüznümüzü ve sefilliğimizi unuttur.

Salonda bir saat vardı, aldım masama koydum. Masama koyduğum ilk saat. Saniye çubuğu yok. Ara sıra ona bakıyorum. Oyala beni diyorum. Pessoa’nın bilge tanımı şu: “Gerçek bir bilge içinden öyle bir tavır benimser ki, dışarıdaki olayların üzerindeki etkisi kesin olarak en aza iner.” Artık böyle bir bilge yok. Dış dünya bombardımanından kurtarabileceğimiz bir iç dünyamız kalmadı çünkü. Sadece, rahat bırakılma hakları suiistimal edilmemesi gereken birkaç eksantrik tip kaldı.

Madde:79. yanlış anlama hakkı

Bir şeyi yanlış anladığımızda, sakladığımız arzularımızın da ipuçlarını veririz. Bir şeyi yanlış anlamaktan ölesiye korkmamızın nedeni bu.

Madde:80. insan ziyan olmak için yaratılmıştır

Bir isteğimiz karşılandığında mutlu olmayız. Geçici bir mutluluk yanılsaması yaşarız. Bir istek her zaman başka bir isteği doğurur. Sırada ne olduğunu asla bilemeden, kör isteklerin peşinde manasızca yürüyoruz. Hedef, amaç, vizyon, kariyer. Bu manasız yürüyüşte bizi teselli etmek için uydurulmuş kelimeler. Schopenhauer çok basit bir şey anlattı. Dünyaya hoş geldiniz orospu çocukları dedi. İnsan ziyan olmak için yaratılmıştır. (Belki de bu yüzden geç anlaşıldı. Kant harıl harıl okunurken onun başyapıtı İrade ve Tasarım Olarak Dünya, iki yüz adet sattı. Çünkü insan zihni basit şeylerden ziyade komplike şeyleri anlamaya müsait.) Her neyse. Şunu anlattı Schopenhauer: İnsan düşünenden ziyade isteyen bir varlıktır ve isteklerinin sonu asla gelmez. Aklıyla bir dünya kurmuştur ama onu yöneten bedenidir. Kant’ın dediği gibi aklı değil. Beden de kör bir iradeye tabidir. Bu iradenin de nereden gelip nereye gittiğini asla bilemezsin.

Joshua Ferris’in Bilinmeyen romanı da bunu anlatıyor. Bir avukat durup dururken yürümeye başlıyor. Her şeyi bırakıyor ve sadece yürüyor, yorulduğu yerde uyuyor. Bedeni aklını ele geçirmiş, kör bir iradenin peşine takılmış yürüyor. Nereden geliyor bu yürüme dürtüsü, bilinmiyor.

Bir istek başka bir isteği doğuracaksa ve biz sonunda hep mutsuz olacaksak neden istemeye devam ediyoruz. Bilinmiyor. Geçen gece sokakta bekledim. Kar altında, kapalı kapılar önünde, saatlerce. Köpekler geldi beni ısırdı. Neden? Bilinmiyor. Koltés bir oyununda, “Hayır diyen insan hâlâ biraz mutludur,” diyordu. Ne demek istediğini yeni anlıyorum.

Mutluluk bir vazgeçiştir ve çok ender rastlanan bir ruh dinginliğidir.

Madde:81. beni erken öldür

Beni al zamanın dışına götür. Biraz sarıl, biraz koru, biraz öp sonra yine sokağa bırak. Elimden tut var olmayan şeylere ekle zihnimin bataklığından kurtar. Beni al Tanrı’nın huzuruna çıkar. Ben de ona diyeyim ki, “Tanrım. Beni olduğum gibi kabul edebilecek bir Tanrı’ya her zaman inanabilirim.” O da bana, “Yürü git o zaman şeytanla görüş huzurumda ne işin var alla alla,” desin. “Kim soktu lan bunu içeri megalomana bak,” diye söylenirken biz şeytanın yanına gidelim. Sen de şeytana de ki, “Şeytan kardeş, sonuçta sen de bir melektin ama iktidar hırsın vardı. Şeytanı şeytan yapan iktidar hırsıdır. Eski günlerini özlüyor musun?” Şeytan da sana, “Sen kaç yaşındasın güzelim?” diye sorsun. “Otuz dört,” de, otuz beş olduğun halde. Şeytanın gözleri dolsun ama çaktırmasın bizi gene zamanın içine sepetlesin. Orada bir çay molası verelim geceyi bekleyelim. O gece beni al kardeşlerinin acılarıyla çarp sonra kendi yaralarına sar. Biraz sustur, biraz soğuk davran, biraz da teyzem ol. Konuşabilecek gücümüz varsa ağladıklarımız yalan. Sahiden bak. Beni al biraz sarhoş et biraz saçlarına tak biraz da yağmurların peşinden koştur. Beni al erken öldür mutsuzluk uzun sürmez.

Madde:82. mütevazı hakikatler

Mütevazı hakikatlerin peşindeydim o gece. Bilmem gerekmeyen şeyleri öğrenmek istemiyordum. Ufak ama kritik bir görev bekliyordum. Ajan olmak isteyen bir çocuk gibi. Bütün gün soğukta gezmiştim, duygularım donsun diye. Küçük dersler almak istiyordum. Tepeden bakmayan insanların vereceği mütevazı dersler. Çevir aç kapağı kim icat etmiştir? Hawaii’de yaşayan etobur tırtıllar nasıl beslenirler? Bla bla bla.

Yaşadıklarıma bir hikâyeymiş gibi bakmak istiyordum ayrıca. Kendi yaşamıma bir hikâye gibi bakarsam geriye dönüp düzeltme şansım olacaktı sanki.

Sonra o gelmişti biraz mahcup ve çok güzel. Yanıma oturup susmuştu. Öfke olarak sessizlikler görmüştüm. Anlayış ifadesi olarak sessizlikler. Kabulleniş olarak sessizlikler. Pişmanlık olarak sessizlikler. Hayranlık olarak sessizlikler. Ama onun sessizliğini çözememiştim.

“Bütün gün yaşadıklarımı bir ajan raporu gibi yazdım,” demişti ilk olarak. Sonra da bir kâğıt uzatmıştı. Kâğıtta şöyle yazıyordu: “24 tane sigara içti. 6 şişe bira. Radyo dinledi. 8 sefer iç çekti. Gizlice ağladı, 12 miligram.”  

Sabaha kadar konuşmuştuk orada. Çok zarif sorunları vardı. Bilekliğinin kapatma yeri sıkışmıştı. “Bazen konuşurken birbirimize dokunuyormuşuz gibi hissediyorum,” demişti bir ara. “Sanki konuşmuyoruz da sarılıyoruz.”

Sonra bir daha görüşmedik. Birbirimize o tarz sorular sormamıştık çünkü. Bambaşka bir kafaydı o. Herkes birbirini götürmeye çalışırken çalan şarkıları dinleyen sadece bizdik.

İlk başta tam olarak hissedemediğimiz kırılma anları var. Zamanla harap edici duygulara dönüşüyorlar. Yaralanmanın sıcaklığıyla ilk anda hissedilmeyen kurşunlar gibi. Böyle durumlarda “biraz zaman” her şeyi daha da beter ediyor. Bizi yere seren büyük sorunlar olmuyor hiçbir zaman. Bizi yere seren evdeki şekerin bitmesi oluyor, kaybolmuş bir kitap oluyor, kesilen elektrik oluyor. İkimiz de yere serilmiştik o gece. Öyle bir kafaydı işte.

Şimdi tepelerden aşağı bakıyorum. Kara yılanlar gibi kıvrılıp giden asfalt yollara. Kayaların arasında, balkondan sarkan çocuklar gibi boşluğa uzanan ağaçlara. Sanki köklerinden kurtulup havaya karışmak istiyorlar.

Bazen yine oturuyorum aynı yerde. O geceki tadı yok tabii. Kelimelerin gelip benimle konuşmasını bekliyorum. Onlar da gelmiyorlar. Bazen bir iki fısıltı duyuyorum, o kadar.

“Aslında o kadar da önemli biri olmadığımızı anladığımızda neden üzülüyoruz ki?” diye sormuştu o gece. “Bunun temel bir aydınlanma anı olması gerekmez mi? Hepimizi önemli insanlar olduğumuza inandırdılar. Sonra da çekip gittiler.”

Sonra da gitmişti. Evet. Önemsiz insanlar olduğumuzu hatırlamaya yeniden ihtiyacımız var.

Madde:83. ahmet’i öldüren ağaç

Ahmet, hayatımda tanıdığım en iyi çalım atan adamdı. Karşı takımdaki herkesi çalımlamadan gol atmak istemediğinden topu kaleye değil de taç çizgisine doğru sürdüğü bile olurdu. Annesi hastaydı. Bir gece öldü. Ertesi gün bütün arkadaşlar kendi annemiz ölmüş gibi ağlamaya söz verdik. Çünkü Ahmet’in bu acı olay nedeniyle futbolu bırakmasını istemiyorduk. O gün Ahmet’le beraber herkes ağladı ama ben bir türlü duyguya girip ağlayamadım. Ortalıktan kayboldum, ağlamış süsü vermek için kızarana kadar gözlerimi kaşıyıp geri döndüm. Ahmet sonraki günlerde de ağlamaya devam etti. Biz de gözlerimizi kaşıdık. Bizim çocuklara da göstermiştim bu numarayı. Ahmet, annesinin öldüğü günlerde ne zaman bizi görse gözlerimiz ağlamaktan kızarmış gibiydi. Bir yalanı söylemek kolaydır, sürdürmek maharet ister.

Ahmet’i yıllar sonra Ankara’dan kurban bayramı tatili için geldiğimde gördüm. Bir Kartal SLX almış, önümde patinaj yaparak durdu, sarıldık. “Atla Çınarcık’a gidelim,” dedi. Atladım. Arabayı da top oynadığı gibi kullanıyordu; solluyor, sağlıyor, makas atıyor, yolun ve emniyet şeridinin bütün imkânlarını kullanarak bir şekilde geçiyordu önündeki aracı. Koruköy’de arabayı manzaraya çektik, Ahmet ot sardı, ben de tekelden bira aldım. Kafayı iyice bulduktan sonra Kale Disko’ya gittik ama damsız almadılar. Ortak bir kız arkadaşı aradık. Geldi bizi içeri soktu. İkimiz birden kıza yazmak zorunda kaldık çünkü çok çirkindi. Acıma duygusu uyandıracak kadar çirkin. Çok durmadı gitti zaten, kendisine mecburen yazdığımızı anlayacak kadar temiz kalpliydi. O gittikten sonra dedim ki, “Ahmet, biz o zaman yalandan ağlamıştık.” Ne demek istediğimi anlamadı. Annesi öldüğünde bizim kendisiyle beraber ağladığımızı unutmuş. Onun böyle bir şeyi nasıl unutmuş olabileceğini de ben anlamadım. “Ahmet,” dedim. “Büyük bir fedakârlık ve sahtekârlık vardı orada. Sadece sekiz yaşındayken aynı anda fedakâr ve sahtekâr olabilirsin. Ondan sonra çözerler seni, hiçbir yamuğun kaçmaz gözlerinden. Bak kız da gitti, niye gitti, kendimizi borçlu hissettiğimiz için ona yazdığımızı anladı çünkü.”

Üç sene önce çirkin kız duygusal bir muhasebeciyle evlendi. Ahmet de Samanlık yolunda öldü. Öndeki aracı yine geçmiş ama direksiyon hâkimiyetini kaybedince yol kenarındaki asırlık ağaçlardan birine toslamış.

Geçen yaz eski arkadaşlarla sahilde oturuyorduk. Ahmet’in annesi öldüğünde yalandan ağlayan arkadaşlar. “Kalkın gidelim,” dedim. “Ahmet’i öldüren ağacı keselim.” Bahçe malzemeleri satan bir arkadaştan elektrikli testere aldık. Mühendis bir arkadaş da, ağaç üstümüze ya da yola değil de kenara düşsün diye, hangi açıyla nereden nereye doğru kesmemiz gerektiğini gösterdi. Ama elektrikli testere sesine yakınlarda oturan insanlar uyandı. Meseleyi çaktılar. Jandarmayı aradıklarını söylediler, biz de kaçtık.

Ahmet’i öldüren ağaç hâlâ orada. Ahmet 130’la girdi, biz kenarından yonttuk, biraz yamuldu ama hâlâ inatla duruyor. Önünden her geçtiğimde buruk bir öfkeyle bakıyorum o ağaca. Ne zaman bir ölüm haberi alsam, ne zaman bir şeyleri düzeltmeye çalışırken daha beter etsem, ne zaman kendimi bok gibi hissetsem aklıma o ağaç geliyor. İyi çalım atan bütün çocuklar için, çirkin ve temiz kalpli bütün kızlar için, bir gün o ağacı indireceğiz.

Madde:84. ayşenur’un ablası

Ayşenur’un ablası ilgisizlikten öldü. 36 yaşında. Bir sefer mutfakta tencere tava arasında ağlarken görmüştüm onu. Alakasız yerlerde ıstırap çekmek ıstırabı ikiye katlar. Bir mezar başında ağlamak çok daha makuldür, kimse neden diye sormaz. Piknikte çekilmiş bir fotoğrafı kaldı, kalmasa daha iyiymiş, yapıştırılmış gibi duruyor, sanki yok.

İşler yolunda gitmiyorsa mazi denilen şey bir enkazdır ve hatıraların da son kullanma tarihleri vardır. Küflenirler, kokuşurlar, bozulurlar. Mezunlar derneğine pilav yemeye gidenlerin çoğunun halinin vaktinin yerinde olması tesadüf olamaz. Ancak şimdiki halinden memnunsan geçmişi hatırlatacak organizasyonlardan keyif alırsın. Hatta geçmişin ne kadar boktan olursa aldığın keyif de o kadar artar. İşler yolunda gitmiyorsa hiçbir yere de gidemezsin. Ardında bırakacak bir şey yokken kim gidebilir. Hiçbir yere doğru uzun bir yürüyüş, bunu kim göze alabilir.  

Ayşenur, gizemli, kindar ve çok güzel bir kızdı.  Sahilde görmüştüm, seneler önce, kapkaranlık bir gündü, okullar kar tatilindeydi. “Benim yüzümden mi?” diye sormuştu. Ablasının kendi yüzünden öldüğünü düşünüyordu. Mahcup, tereddüt içinde, avutulamaz. “Evet,” diyemedim. Böyle durumlarda dürüstlük insanı en çok yaralayan şeydir. Bir soru sorduğumuzda dürüst bir cevap beklemeyiz. Bizi hayal kırıklığına uğratmayacak bir cevap bekleriz. “Hayır,” da diyemedim. “Boş ver,” dedim.

Yağmur durur ama saçaklardan ve ağaç dallarından damlamaya devam eden taneleri kalır. Hiç kimse bıçakla kesilmiş gibi terk edemez bu dünyayı. Bir insanın tam manasıyla ölmesi için onu hatırlayan hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu memlekette milyonlarca ölü yaşıyor bu hesapla bakarsak. Kimsenin siklemediği insanlar. Ateşböcekleri gibi, görünmek için karanlığa muhtaçlar. Belki bir gece nezarethaneleri andıran demir parmaklıklı zemin katlardan çıkarlar ve ışıltılı bir mezarlık mahallesi kurarlar. Sonra da silahlanıp gelirler ortalığın anasını sikerler. Herkesi öldürürler. Herkes öldüğü için de herkes unutulmuş olur. Böylece eşitlik sağlanmış olur. Bir Tanrı varsa eğer o gece kendini de bağışlamak zorunda kalır.    

Bir insan pencereyi açıp sokağa atlayabilir ama hiç kimse pencereyi açıp “Bana acıyın,” diye bağıramaz. Ayşenur’un ablası dördüncü kattan atladı, hastanede öldü, bir hafta sonra. Onu hatırladıkça Görünmez Adam filmi geliyor aklıma. Görünmez bir kadın görünmez bir duvara çarptı ve kimse bunu görmedi.

Madde:85. hisler ansiklopedisi

Babam fabrikadan aldığı maaşının yarısıyla yirmi sene boyunca taksit ödeyip İnan Yapı Kooperatifi’nden bir daire sahibi oldu. Taksitlerin bittiği ay deprem oldu, ev yıkıldı. Tek yumrukla nakavt. Her zaman böyle olur. Mutlu olmak için bir sürü faktörün bir araya gelmesi gerekir. Mutsuzluk için tek neden yeter.

O sene üniversiteye başladım, depremzede olduğum için başbakanlık bursu bağladılar, geri ödemesiz, eski parayla ayda 100 milyon. Sene 99, çok iyi paraydı benim için. Belki de bu yüzden evin yıkılmasından gizli bir zevk de aldım. Ama o felaketten aldığım gizli zevk yüzünden olsa gerek yıkılan ev peşimi hiç bırakmadı. Hâlâ ana mekanın o ev olduğu kabuslar görüyorum.

Banka kartı Zeynel Abi’de duruyordu. Burs yatınca Vakıflar Bankası’ndan parayı çekiyor, sonra defterdeki hesabımla elindeki parayı karşılaştırıyordu. Genelde borçlu çıkıyordum. O sene takıldığım birahanenin sahibiydi. Borca mahsuben, boşalan bira fıçılarını götürüyor, dükkan önünden doluları getiriyordum. Ayrıca çok sarhoş olan müşterilere, sağda solda düşüp kalmasınlar diye taksiye kadar eşlik ediyordum ve bütün bunları yaparken esprili olmaya da gayret ediyordum. Maddi durumun kötüyse kendini sevdirmek zorundasındır. Ekonomi politiğin insan mizacını belirlemesi de diyebiliriz.

Zeynel Abi’nin yerinde bir aile gibiydik. Ama Yudum reklamında, yağın ne kadar hafif olduğunu anlatmak için yemek sofrasında otururken birden uçmaya başlayan o aile gibi, o derece absürt. Çeşit çeşit adam vardı. Erkek mekanıydı. Sonra bir gün o tabu da yıkıldı. Akşamüstü beşi çeyrek geçe. İçeri giren kadın otuz beş yaşlarındaydı, o ana kadar gördüğüm en güzel kadındı. Belki de olması beklenmeyen bir yerde gördüğüm için öyle gelmişti. Tam bilemiyorum.

Kadın barın önünde durunca Zeynel Abi önce kadına sonra da birahanenin içindeki herkese dikkatle baktı. Bu kamera şakasını kimin tertip ettiğini anlamaya çalışıyordu sanki. Kadın viski istedi. Haliyle viski içilebilecek türden bir yer de değildi. Zeynel Abi, bir gözünü kadından ayırmadan, rafta durmaktan sararmış Ankara viskisinin tozunu aldı, rakı bardağına duble rakı ölçüsünde koyup verdi. Kadın kendisine bakanları umursamadan bardaktaki viskiyi bir dikişte içti. Bir tane daha istedi. Onu da aynı şekilde içip gitti. Ertesi gün de tekrarlandı bu olay ve sonraki günlerde de. Saat gibiydi, her akşamüstü geliyor, iki duble viskiyi fondip yapıp hiçbir şey söylemeden gidiyordu. İlk başlarda merak ediyorduk, kimin nesidir diye uzun uzun tartışıyorduk, sonra ona da alıştık. İnsan her şeye alışıyor. Bunu uzatmayacağım, Dostoyevski, Ölüler Evinden Hatıralar’da, bu her şeye alışma durumunu bütün tafsilatıyla anlatır.

Sonra bir akşamüstü kadın gelmedi. Zeynel Abi, belki geç gelir diye normalden bir saat sonra kapattı birahaneyi. Ama o kadın bir daha hiç gelmedi. İlk başlarda yine merak ettik, birden ortaya çıkan kadının niye birden yok olduğunu tartıştık uzun uzun. Öldü diyenler oldu, devlet memuruydu başka bir ile tayini çıktı diyenler oldu, Yunan ajanıydı deşifre olunca Kıbrıs Rum Kesimi’ne gitmek zorunda kaldı diyenler bile oldu, çeşit çeşit komplo teorisi. Sonra onun yokluğuna da alıştık. Bu duruma en çok Zeynel Abi bozuldu çünkü bir yerlerden ucuza iki şişe kaçak Jack Daniels almıştı. Kaçak viskinin öldürmediği zamanlar. Paşabahçe’den viski bardağı bile almıştı. Bu kadar yatırımdan sonra kendini aldatılmış hissediyordu doğal olarak.

Varlığına da yokluğuna da alıştığımız kadını bir yıl sonra falezlerde gördüm. Gözlerini karanlık sulara dikmiş içiyordu. Yanına oturdum. “Siktir git,” dedi. Elinde hazır beklettiği sustalıyı açınca kalkıp yürüdüm. Arkamdan, “Bir dursana,” diye seslendi, durdum. “Ben seni nereden tanıyorum,” dedi. Durumu anlattım. Bıçağı kapattı. “Her gün gidiyorsun mu oraya?” diye sordu.

“Hayır,” dedim. “Haftada altı gün. Sen niye gelmiyorsun artık.”

Cevap vermedi. Önündeki J&B şişesinden bir yudum aldı. Sonra bana uzattı. Ben de bir yudum alıp yanına oturdum. İçki şişelerine dandik plastik zımbırtıların takılmadığı zamanlar. Sustalıyı tuttuğu elinde bir de kağıt mendil vardı. Ağladığı için rimele bulanmıştı.

“Seni kim üzdü bu kadar?” diye sordum.

“Boş ver.”

“Çok mu özel?”

“Hayır, çok klasik.”

“Anlıyorum,” dedim. “Kadınlar bekliyorlar, güvenebilecekleri bir adam arıyorlar. Sonra da o adamın piçin biri olduğu ortaya çıkıyor. Ve böylece bir kere kırılması gereken kalpleri iki kere kırılıyor.”

“Sen kaç yaşındasın,” dedi.

“Yirmi bir,” dedim, on dokuz olduğum halde.

“Hiçbir bok bilmediğin halde her şeyi bildiğini zannediyorsun,” dedi. Saldırgan bir tavırla söylememişti bunu. Birine en sert lafı söyle ama yumuşak bir ses tonuyla, gülümseyerek söyle o lafı, alınmak istese bile alınamaz.  

“Kız arkadaşın var mı?” diye sordu.

“Bazen.”

“O nasıl oluyor?”

“Sadece sarhoşken gidiyorum. Bazen içeri alıyor, bazen almıyor. Hiçbir şey içmiyor ama kafası benden güzel. Komşulara kuzen numarası yapıyoruz. Karışık bir durum.”

“Onu elinde tutmak istiyor musun?”

“Bazen.”

“O zaman onu sürekli suçla,” dedi. “Bazen suçlama sürekli suçla. Suçsuzluğunu kanıtlayamadığı sürece sana kötü davranamaz.”

“Niye öyle yapsın ki?”

“Çünkü kadınlar doğuştan suçlu olduklarına inanmaya yatkındırlar.”

“Tamam,” dedim. “Bunu değerlendireceğim.”

J&B bitti, parkın karşısındaki tekelden bira alıp geldim.

“Ne iş yapıyorsun?” diye sordu.

“Ansiklopedi işindeyim.”

“Ansiklopedi mi pazarlıyorsun?”

“Hayır, yazıyorum.”

“Ne Ansiklopedisi?”

“Hisler Ansiklopedisi. İnsan duygularını sınıflandırıyorum. Biraz saçma gözükebilir ama gerçek. Üçüncü cilde geldim. Üçüncü defter yani.”

“A’dan Z’ye mi gidiyorsun?”

“Hayır, en zararsız duygulardan başladım en çok yaralayanlara doğru gidiyorum.”

“İyi o zaman,” dedi. “Bir gün bitirirsen haber ver. Okumaya sondan başlayayım.” Biraları bitirdik, telefonları kaydettik, gün aydınlanırken aksi istikametlere yürüdük. Bir hafta kadar sonra aradım, soğuk konuştu. Bir daha aramadım.

Aradan bir sene daha geçti. Kafam çok bozuktu, bir gece “bazen” gittiğim kız arkadaşımın evine gittim yine. İçeri almadı. Kapıyı çalıp durdum, umursamadı. Yönetici geldi, bağırıp çağırmaya başladı, beni göğsümden itti. Sonra da cep telefonuyla polisi arayıp apartmana bir sapığın dadandığını söyledi. Öyle söyleyince adamın ağzının ortasına bir tane vurmak istedim ve aynı anda da vurdum. Sanki düşünce gücüyle vurmuştum. Karısı bir çığlık attı. O çığlığı duyar duymaz yaptığıma pişman oldum. Kaçacaktım ama diğer komşular da gelip çevremi sardılar. Apartmanın önünde polisi beklemeye başladık. Beş dakika sonra gelen ekip aracından bir sivil polis indi, önce telsizle kafamı yardı sonra da derdimin ne olduğunu sordu. Benden daha sarhoştu. Kuzenime geldiğimi söyledim.

“Gel böyle,” dedi. Gittik kapısını çaldık, “Bu senin kuzenin mi?” diye sordu beni gösterip. Elimi kafamdan çektim, avucumdaki kanı gösterdim.

“Evet,” dedi. “Uyuyakalmışım duymadım.”

Polis nüfus cüzdanımı alıp bir gözünü benden ayırmadan elinde evirip çevirdi, doğum yerime baktı, “Depremde bir şey var mı?” diye sordu.

“Vardı kalmadı,” dedim. Önceden hazırlanmış bir espri.  

“Geçmiş olsun,” deyip gitti.

Sabaha karşı mutfakta oturuyorduk, kafamın yarılan kısmına tentürdiyot sürerken özür diledi. Neden özür dilediğini sordum. “Hep benim yüzümden,” dedi.

“Kendini suçlamana gerek yok. Benim serseriliğim.”

“Kapıyı açsaydım böyle olmayacaktı.”

“Kapına dayanan bir sarhoşu içeri almak zorunda değilsin.”

Tentürdiyotlu bezi kafama bastırırken, “Canın çok acıyor mu?” diye sordu.

“Biraz.”

“Hep benim suçum.”

“Hep senin suçun değil,” dedim. “İnsan kendi felaketini seçemez. Kendi felaketine aktif katılım içinde olabilir ama yine de onu seçemez. Yıkılmak için dizilen domino taşları gibiyiz. Biri gelir sana çarpar, seni yıkar ama onu da başka biri yıkmıştır. Biraz tepeden, soğukkanlı bir zaviyeden bakınca göze hoş gelen bir görüntü aslında. Kendi felaketinden bile zevk alabilirsin böylece. O felakette seni diğer insanlara bağlayan şeyi görürsün çünkü. Bu durumda herkes suçlu olduğuna göre hiç kimsenin suçlu olamayacağını anlarsın. Herkes birbirini yıkar. İnsana kim vurduya gitmek yakışır.”

“İnsan iradesini hiçe sayıyorsun o zaman.”

“Hayır,” dedim. “İnsan iradesine hayranım. İradeli insan yirmi sene çalışıp bir ev alır ve sonra o evin yirmi saniyede yıkıldığını görür. Her şeyini kaybetmiştir ama pes etmez, yirmi yılının boşa geçtiğini anlamıştır ama bunu kimseye çaktırmaz. Sonra cebinde taksi parası bile kalmadığından bir bayram arifesinde otogara valiz taşımak zorunda kalıp kalp krizi geçirir. Hastaneye götürürler ama hastanede yeterli teçhizat yoktur. İradeli insanı bir ambulansa koyup başka bir hastaneye gönderirler. Ama başka iradeli orospu çocuğu insanlar ambulansa yol vermezler ve o iradeli insan hastaneye varamadan trafikte ölür. Ambulansın sirenleri iradeli insan ölmemiş gibi çalmaya devam eder bir süre daha. Sirenler çalarken iradeli insanın kafasından geçen son düşünce de ‘Ben nerede yanlış yaptım,’ olur. İşte sana babamın ve insan iradesinin hikâyesi.”    

“Ansiklopediyi ne yaptın?”

“Vazgeçtim.”

“Niye?”

“Hissedecek bir şey kalmadı.”

“Şimdi ne yapacaksın?”

“Bilmiyorum,” dedim. “Zeynel Abi’nin yerini bırakıp başka bir yer arayacağım, çünkü hep kendime bir yer aradım. Kartı da geri almayacağım.”

“Saçmalama,” dedi.

“Bursu kestiler zaten,” dedim.

Madde:86. iyileşen adam

Tek kulaklı bir adamdı ve yakın akrabaları dışında hemen hemen hiç kimse bunu bilmiyordu. Fark edilmesin diye saçlarını uzatıp kulağının üstüne bırakırdı her zaman, olan ve olmayan kulağının. Yağmurlu bir akşam işinden çıkıp evine giderken dört yol ağzında bir ihtiyar gördü. İhtiyar titriyordu ve kaybolmuştu. Elinde bir kâğıt vardı. Yağmurda buruş buruş olmuş, mürekkebi akmış o kâğıdı, sanki hayattaki bütün varlığı oymuş gibi tutuyordu. Kâğıtta ihtiyarın adresi yazılıydı. Adam kâğıdı aldı, yolu aydınlatan elektrik direklerine doğru yürüyüp okuyabileceği bir ışık kaynağı ararken dünya birden karardı. Gözünü açtığında hastane odasındaydı. Adama bir motosiklet çarpmıştı ve bir bacağını kesmişlerdi. Henüz bundan haberi yoktu. Bacağının kesildiğini öğrendiğinde aklına gelen ilk şey, bunu nasıl saklayacağı oldu. Olmayan bir bacağı bir kulak gibi kolayca saklayamazdı. Ama yeterince düşünebilirse olmayan bir bacağı da varmış gibi gösterebilmenin bir yolunu bulabileceğini hissediyordu. Karısı hastane odasının bir köşesinde, adama, saklamaya çalıştığı bir hüzünle bakıp gülümsüyordu. Adam, düşünce akışını bozduğu için karısının bakışlarına ve zorlama gülümsemesine kızıyordu. Kendisine bakıp gülümsemeye çalışmamasını, başka bir yere bakıp ağlamaya çalışmasını söyledi.

Adam işini bırakmıştı, onun yerine bol bol okuyordu artık. Bir gün bir kitapta kendisine ilaç gibi gelen bir cümleyle karşılaştı. “İnsan eğer tek bacaklı olsaydı uçabilirdi,” diyordu o cümle. Çünkü insan tek bacaklı olsaydı kolları da ona göre şekillenip kanat biçimini alabilirdi. Adam bu teoriyi uzun uzun düşündü, sonra da rüyalarında kendisini uçarken görmeye başladı. Bir gece yine böyle bir rüyada, bir elektrik teline takıldı ve kollarının yandığını gördü. Sadece kolları akıma kapılmış, elektrik direğine asılı kalmışlardı. Adam aşağıdan ağlayarak kollarına bakıyordu. Dehşetle uyandığında, kollarının yerinde olduğunu görüp rahatladı, rüyadan kalma gözyaşlarını kollarının dışına sevinçle sildi. Ama ertesi gece çok daha acayip bir rüya gördü. Bu sefer uçmuyordu, iki bacağı da sapasağlamdı, kollarıyla bacaklarına vurup yollarda manasızca yürüyerek bunun tadını çıkarıyordu. Ama birden kollarının bedeninden ayrılıp başka bir yöne gittiklerini gördü. Güneşli ve kalabalık sokaklarda kollarının peşinden koştu ama onları yakalayamadı.

Dehşetle uyandığında hiç uyanmamayı tercih ederdi. Yerlerinde olup olmadıklarını kontrol etmek için bir koluyla diğer kolunu yoklamak istedi ama yapamadı. Çünkü kolları yerinde yoktu. Mutfakta kahvaltı hazırlayan karısına, “Kollarımı gördün mü?” diye bağırdı. Aspiratör çalıştığından adamı tam olarak duyamayan karısı, “Nerede çıkardıysan oradadır,” dedi. Kocasının yine çorabının tekini kaybettiğini düşünüyordu. Zaten çorapları tekti kocasının, diğer tekin anlamı yoktu yıllardır. Karısı, çorap tekini kaybeden tek bacaklı bir adamın, iki teki birden kaybeden iki bacaklı bir adam nispetinde pasaklı olduğunu düşünüp sinirlenirdi bu duruma. Ama yatak odasına girip de kocasını öyle görünce dehşete kapıldı. Bütün evi aradılar ama adamın kollarını bulamadılar.

Adam, kollarının çalındığını iddia ediyor, “Polisi arayalım,” diyordu. Karısı bu fikre ihtiyatla yaklaştı ilk önce ama adamın ısrarlarına dayanamayıp 155’i aradı ve cep telefonunu onun tek kulağına yasladı. Adam, rüyasında kollarının çalındığını polise söyleyemedi, onun yerine, “Bir hırsızlık vakası var,” dedi sadece. Polis, ne çalındığını sorunca bir şey diyemedi, yutkundu. Karısına, gözleriyle, telefonu kendisinden uzaklaştırıp kapatmasını işaret etti. Karısı bütün evi silip süpürdü, sonra da akşamüstü adamı terk etti. “Seninle bambaşka hayaller için evlenmiştim,” dedi giderken. “Delirmek için değil. Lütfen beni anla.” Adam gözleriyle anladığını işaret etti.

Ertesi gün kapıcının yardımıyla hastaneye gitti ama anlattığı hikâyeye psikiyatri kliniğindeki doktorun dışında hiç kimse ilgi göstermedi. Doktorla uzun uzun konuştular. Evet, adam çok üzgündü, evet, adam depresyondaydı ama kolları kendisinden çalındığı için öyleydi. Doktorun iddia ettiği gibi, ruhunun derinliklerinde olan bir huzursuzluk değildi bu. Çok daha yüzeyde, çok daha fiziksel bir şeydi. Saatlerce, hatta günlerce konuşmasına rağmen doktoru buna ikna edemedi, doktor da adamı aksine ikna edemedi. Şizofreni kliniğiyle evde yaşamak arasında bir tercih yapmak zorundaydı artık. Hikâyesini ısrarla savunmayı sürdürürse şizofreni kliniğinde yaşamak zorunda kalacağını anlayınca doktorla uzlaşmayı seçti. Hatırlamadığı ya da hatırlamak istemediği bir kaza sonucunda kollarını kaybettiğini kabul edip evine döndü.

Sabahları, öğlenleri, akşamları ve geceleri pencerenin önünde oturup hüzünle karşı apartmana baktı. Hiç kimse o apartmana o kadar çok ve o kadar hüzünle bakmamıştı daha önce. Bu arada o apartmanda oturan öğrenci kızlardan birine âşık oldu. Kız da adama âşık oldu, çünkü eksilen her şeye ilgi duyuyordu. Ayrıca düşünceli bir kızdı, adamın bütün bakımını üstlenmişti. Adam dehşetli rüyalardan ağlayarak uyandığında o da hemen uyanıyor, adamın gözyaşlarını siliyordu.  

Tam olarak yaşama sevinci denemese de, adam eski canlılığından bir parçaya kavuşmuştu o kız sayesinde. Ama bir gün sevişirlerken adamın penisi kızın ağzında kaldı. Kız, bunu ilk başta anlayamadı. O dehşetle bağırana kadar adam da anlayamadı. Adamın penisini bir buz kovasına koyup hastaneye gittiler. Doktorlar penisi yerine diktiler ama bir hafta sonra kendiliğinden düştü. Tekrar diktiler tekrar düştü. İki ameliyat arasında kaptığı enfeksiyon nedeniyle adamın diğer bacağını da kesmek zorunda kaldılar bu arada. Böylece adam sadece baş ve gövde olarak kaldı.

Adam yoğun bakımdan çıktığında kız, onu dudaklarından öptü ve terk etti. “Yok olan her şeye ilgi duyuyorum ama bu kadarı da fazla,” dedi giderken. “Lütfen beni anla.” Adam gözleriyle anladığını işaret etti.

İki hastabakıcı üç günde bir adamı yıkayıp tıraş ediyorlardı. Bir gün bu tıraş esnasında diğer hastabakıcıyla muhabbete dalan hastabakıcı, usturayla adamın kulağına vurdu ve böylece adamın tek kulağı da elinde kaldı. Doktoru çağırdılar, “O kadar güçlü vurmamıştım usturayı, böyle bir şey olamaz, sadece küçük bir kesik olması gerekirdi,” diye savundu kendini hastabakıcı. Kulağı yerine diktiler ama bir hafta sonra kendiliğinden o da düştü.

Adam çok sıkılmıştı hastanede. Kendisini bir sürü parçası kaybolmuş bir yapboz gibi hissediyordu. Bir akrabasını arayıp köyüne gitmek istediğini söyledi. Biraz daha kaybolmadan önce, kalan son varlığı ve enerjisiyle köyünü görmek istiyordu. Akrabası, onu köyüne götürdü. Adamın doksan altı yaşındaki annesi pencerenin önünde hüzünle oturuyordu, adama baktı, yanaklarından öptü ve, “Hiç değişmemişsin,” dedi.

Ertesi sene annesi öldü. Adam, evlerinin penceresinden, geçip giden günlere hüzünle bakmaya devam etti. Bir gün o kadar hüzünle bakıp boynunu öyle bir büktü ki başı gövdesinden ayrılıp açık pencereden evin önüne düştü, evin önündeki eğimde yuvarlandı yuvarlandı ve top oynayan çocukların ortasında durdu. İlkbahar yağmurlarıyla çamurlanmış yerlerde yuvarlanmaktan siyah beyaz bir meşin topa dönmüştü adamın kafası. Çocuklar da onu top zannettiler zaten. Rüzgârda doğru düzgün gitmeyen plastik topu bir kenara bırakıp adamla oynamaya başladılar. Ama akşama doğru çocuğun biri adama öyle bir abandı ki adam bir hurma ağacının dalları arasına sıkıştı. Bu ağaç, beş sene önce ölmüş, Uğursuz Osman denen birinin bahçesindeydi ve çocuklar o bahçeye girmeye çekindikleri için orada kaldı adam.

Adam artık acıkmıyor ve susamıyordu, canı da yanmıyordu. Pencere önünde kalan kalbini özlüyordu bazen, ama sadece düşünceleriyle özlediği için, bu özlemi kalbinde hissedemediği için katlanabiliyordu bu ayrılığa. “Kalbim de beni özlüyor mudur acaba?” diye düşünüyordu bazen de.

Hurma ağacına dadanan kargalar adamın gözlerini, burnunu, dudaklarını ve yüzünde kalan diğer et parçalarını da yediler bu arada. Dünyayı görmek için rüyalarından başka bir yol yoktu artık. Bir süre sonra da rüyalarla gerçekleri birbirine karıştırmaya başladı. Sadece uyurken dünyayı gördüğünü, uyanıkken bir kör olduğunu düşünüyordu. Bir gün yine böyle, gerçekten daha gerçek gözüken bir rüyada, babasını gördü. Babası elindeki asayla uzun bir yoldan geliyordu. “Nasılsın iyi misin?” diye sordu oğluna.

“İyiyim babacım,” dedi adam. “Yalnız göz boşluğumda günlerdir süren bir kaşıntı var. Hayali bir kaşıntı olabilir ama gerçek bir kaşıntıdan daha beter.” Babasından orayı kaşımasını istedi. Ama babası oğlunun göz boşluğunu kaşımadı.

“Neden?” diye sordu adam.

“Çünkü öldüm,” dedi babası.

Bunun üzerine “Hayır, ölmüş olamazsın,” dedi adam. “Uzun bir yoldan, ölmek için buraya gelmiş olabilirsin ama ölmüş olamazsın. Benimle konuşurken bir ölü olamazsın.”

“Hayır,” dedi babası gitmeden önce. “Ben öldüm oğlum. Önce öldüm, sonra da buraya geldim. Lütfen beni anla.”

Adam, asasından aldığı güçle ağır ağır uzaklaşmakta olan babasının ardından, olmayan gözleriyle, anlıyormuş gibi bakmaya çalıştı. 

Madde:87. 2009 yazı geri gelmeyecek

2009 yazı geri gelmeyecek. Geri gelmeyecek diğer yazlar gibi. Üstadın, Kurtuluş’taki terasındaydık ekseriyetle. Üstat, “Dün gece bira içerek iyi yaptık kardeşim,” derdi her sabah. “Rakı gibi başını ağrıtmıyor insanın, aptallaştırmıyor sabahları.” Sonra sakalını sıvazlayıp ‘haksız mıyım’ der gibi bakardı. Ben de meselenin derinliğini yeni kavramış insanların şaşkın edasıyla, “Haklısın abi,” derdim. Üstadın kardeşi Serhat, Amerika’dan yeni gelmişti yaz tatiline, orada doktora yapıyordu. İçince güzel konuşur ama konuya bir türlü giremezdi. O kadar güzel konuya giremezdi ki bazen, konuya girememenin kendisini bir konuya dönüştürürdü. Ayrıca sıkı şairdi. Ama asıl uzmanlık alanı ne karşılaştırmalı edebiyat ne de şiirdi, at yarışıydı, yani en azından bence. Her sabah kahvesini yapıp bir akademisyen ciddiyeti ve şair titizliğiyle bültenin başında çalışırdı. Üstat da Talcid’ini çiğneyip Radikal dış haberlere makale çevirirdi. Benim işim gücüm yoktu, üstadın altıncı kattan düşen kedisi Pempe’nin yamulan sırtını düzeltmeye çalışırdım. Serhat’ın yaptığı kupona biz de ortak olurduk. Üçüncü ayaktan sonra hâlâ yatmadıysak hep beraber takip etmeye başlardık. Bir akşamüstü altılıyı tutturup sarılmıştık evin içinde, zıplayıp durmuştuk, yazın en sevinçli anıydı. 600 lira vermişti altılı, adam başı 200 lira, güzel para.

Parayı bulunca bir evim olduğunu hatırlamıştım. Beşiktaş’ta, 82 basamaklı o ev. Balkona çıkıp Şair Nedim’den geçen taksileri saymıştım o gün. ‘Bir apartmandan atlamak bir gökdelenden atlamaktan daha zor olmalı,’ diye düşünmüştüm. 412. taksi geçerken tanımadığım bir numaradan aramıştı Üstat, “Nasılsın kardeşim?” demişti. “Pembe’nin anasını sen mi siktin? Yamuktu daha beter yamulmuş.”

“Hayır,” dedim. “Ben sadece düzeltmeye çalışıyordum. Bu numara ne?”

“Telefonun numarasını değiştirdim.”

“Niye?”

“Çok çalıyordu. Kupon yaptık geliyor musun?”

“Yok,” dedim ama aklım orada kaldı. Akşamüstü yine aradı.

“Tutturduk.”

“Hasiktir,” dedim. “Ne kadar verdi?”

“2100 lira.”

“Geliyorum.”

“2100 liralık altılıyı üç tekle nasıl tutturdun Serhat,” diye sordum gidince.

“Paran tükendiği zaman hata yapma şansın kalmaz,” dedi.

Ben de “Anlıyorum,” dedim. “Kazanılmış kupona sonradan ortak olunmaz ama yüzer lira verin en azından.”

O yaz başka altılı tutturamadık ama o akşam rakı içtik, kadınlar gülle atma şampiyonasını seyrettik, ölülerden konuştuk. Rakı içince ölülerden konuşmak icap eder. Belki rakı içerken araya giren sessizlikler daha uzun olduğu için, o sessizlikler ortama ruhani bir hava kattığı için.  

Sonra komşunun kızı vardı o yaz aklımda kalan. Günde 250 mesaj çekiyordu, kızı şöyle hatırlıyorum: “dıtdıt dıtdıt dıtdıt.” Bisiklet sürerken bile mesaj çekebiliyordu. Mesaj attığı çocuktan çok, mesaj atıp cevap gelmesini seviyordu belki de. Yüzüne düşmediği halde saçlarını geriye atıp duruyordu. Çekici görünmek için değil, çok derinlerde bir huzursuzluğun belirtisi olmalıydı bu. Beni kızın ablasıyla evlendirmeye çalışıyorlardı. Bir gece apartmanın önüne hafif sallanarak gelmiştim. Çakırkeyiflikten sonra zilzurnalıktan önceydim. Çöp konteynırlarını devirip “Bütün söylenecekler söylendi bütün susulacaklar susuldu,” diye bağırmıştım. “Bütün bunlardan geriye de bir şeylerin külü kaldı ama neyin külü derseniz Allah belamı versin ki bilmiyorum. Ben iyi bir başlangıçtım sadece. Bazı insanlar sadece iyi bir başlangıç yapmasını bilirler, sıkılırlar, sürdüremezler.” Kızın ablasını bana vermekten vazgeçtiler. 2009 yazı çok karışık bir yazdı öte yandan.

Ankara’da Celâl Abi’yle oturmuştuk sonra, Net Piknik’te. Mamak Cezaevi’ni anlatmıştı, Temmuz ayındaki açlık grevini. Cezaevi idaresi sıcaktan bayılıp açlık grevine son versinler diye kaloriferleri yakmış yazın ortasında. “Nasıldı abi?” dedim. “İlahi Komedya’yı oku,” dedi. “Cehennem kısmını.”  

Salih’le balıkçı barınaklarında oturmuştuk bir akşamüstü. Durgun denizi titreten ince bir rüzgâr esiyordu. Gökyüzü turuncu, mor, mavi ve biraz da griydi. Salih hiçbir şeyi terk edemeyen bir adamdı. Yarım saat oturduğu kafeden ayrılırken bile hüzün duyardı. Bir kız arkadaşı vardı, on yıldır beraberdiler. “Birini terk etmek teorik olarak imkânsızdır,” derdi. “Onu terk ettim diyelim, peki hatıraları nasıl terk edeceğim? O tonlarca hatırayı zihnimde değil de sırtımda taşıyacakmışım gibi hissediyorum.” O akşam oturduğumuz yerden ayrılırken de dönüp arkasına bakmıştı hüzünle. “Geçmişi unutmak istiyorsan geleceğe de gözlerini kapatman gerekir Salih,” demiştim o zaman.

“Bu cümle senin mi?” diye sormuştu.

“Benim hiçbir şeyim yok Salih. Uykum bile.”

“Bak bu laf güzelmiş.”

“Bu laf da benim değil, Memet Baydur’un.”

Olympos’ta sahilde, dalgalar vurdukça kıyıda parlayan planktonlara bakmıştık bir gece. Plankton çok duygusal bir şeydir, adı gibi değil. Bence planktonların adı harikulade olmalı ya da hüsnüniyet. Ekseriyetle olmalı en azından, muhtemelen bile olabilir. “Bu anı önceden o kadar çok düşünmüştüm ki gerçek olunca eksik gibi geldi,” demişti. “Kopuk bir düğme gibi, bir şeyler eksik değil mi sence de?”

“B vitamini eksikliğinden,” dedim. “İnsandaki bütün eksikliklerin kaynağı b vitamini eksikliğidir.” Sonra dans etmiştik. Ben dans etmeyi beceremem ama sahilde herkes dans edebilir diye düşünmüştüm. Haklıymışım. Neresinden bakarsan bak güzel bir yazdı.

Bekâr Sokak’ta yürümüştük sonra, yaz biterken. Bazı sokaklarda yalnız yürünmez, illaki biriyle paylaşmak gerekir o sokağı. “Bana öyle bakarsan nasıl ağlayabilirim ki?” demişti. O kadar sıcak bir gülüşle söylemişti ki bunu dokunsam elim yanardı.

Benim, Çehov’dan ve o yazdan öğrendiğim şey şu: Fırsatı varken ağlamalı insan. Ele güne sergilenmeyecek duyguları olduğunu düşünmemeli. Sadece gözüne sabun kaçmış çocuklara bırakmamalı bu işi. Derdini anlatabilecek kadar ağlayabilmeli en azından. Ve önündeki yol yürüyebileceğinden uzun olsa da yürümeli o yolu, yürüyebildiği yere kadar. Sonunda perişan olacağını bilse de, zihni karmakarışık ve kalabalıkken kendisi yapayalnız kalacağını bilse de yürümeli. Ne zaman başladığını fark etmediğimiz yağmurun ne zaman bittiğini de anlayamamıştık o yaz. 2009 yazı geri gelmeyecek. Geri gelmeyecek diğer yazlar gibi.